İSTANBUL - Türk-Kürt çatışmasını derinleştirmeyi amaçlayan tüm girişimlere rağmen barışta ısrar eden PKK Lideri Abdullah Öcalan, bu ısrarını İmralı’da da sürdürdü. Çözümün kapısını aralayacak projeler üreten Öcalan’ın uzattığı barış eli her defasında havada bırakıldı.
Kürt sorununun şiddetten uzak bir yolla siyasal çözümünün sağlanabileceği inancıyla 1993 yılından bu yana Türkiye ile diyalog zemini oluşturmak için çaba gösteren PKK Lideri Abdullah Öcalan, bu doğrultuda 1993, 1995 ve 1998 yıllarında ateşkes kararları aldı. Uluslararası komplo sürecinde Roma’dayken bu yönlü açıklamalarda bulunan Öcalan, Türkiye’ye getirilmesiyle 21 yıldır tutulduğu İmralı Cezaevi’nde de çözüm konusunda devlete ısrarla barış eli uzatmayı sürdürdü. Öcalan çözüm ve barışta ısrar ederken, başta ABD-NATO olmak küresel güçler ise Öcalan’ı idam cezasıyla arandığı Türkiye’ye teslim ederek, demokratik çözüm çizgisinin sabote etmeyi ve sonu gelmez bir “Kürt-Türk çatışması” geliştirmeyi amaçladı.
OYNANMAK İSTENEN OYUNU SEZDİ
Bu oyunu daha İtalya’dayken sezen Öcalan, Tayfun Talipoğlu’na verdiği röportajında, “Bunlar eliyle Türkiye ile karşı karşıya gelmek istemiyoruz” mesajı verdi. Nitekim ABD koordinatörlüğünde Kenya’da “korsanca kaçırmayla” teslim edildiği Türkiye uçağındaki ilk açıklaması da bu yönde oldu. Öcalan, “Türk-Kürt kardeşliğine hizmet ederek” bu oyunu bozacağını söyledi. Herkesin kaba bir direniş gösterip, idam edileceğini beklediği atmosferde İmralı’daki sorgu ve yargılama sürecinde de bu duruşunu koruyan Öcalan, demokratik çözüm ve barış stratejisiyle ortaya çıktı. 25 Şubat 1999 tarihli ilk avukat görüşmesinde, 1 Eylül 1988 ateşkesinin devam ettiğini açıklayan Öcalan, İmralı’daki konumunu “demokratik çözüm ve barışı sağlama” olarak belirlediğini ve bunun için direneceğini açıkladı.
Öcalan’ın, İmralı süreci boyunca gösterdiği demokratik çözüm ve barış çabaları yıllara göre şöyle özetlenebilir:
1999 İmralı yargılamasında “Demokratik çözüm bildirgesi” ve “Kürt sorununda çözüm ve çözümsüzlük ikilemi” başlığıyla yayımlanan “Demokratik Çözüm ve Barış” savunması yaptı. İdam kararına rağmen kendi inisiyatifiyle tek taraflı başlattığı ve adına “Büyük Barış Çabası” dediği süreci büyük bir azimle sürdürdü. Silahlı güçlerin sınır dışına çekilmesini sağlayarak iki Barış Grubu’nun gelişini sağladı. Yasal düzenleme halinde tümüyle silahların bırakılarak demokratik cumhuriyete katılacaklarını deklere etti. Ama verilen cevap, Barış Gruplarının cezaevine konulması oldu.
BATI’NIN RAHATSIZLIĞI
2000 yılı, yasal düzenleme halinde nihai çözüm yılı olarak hedeflendi. Yani yasal düzenleme olsaydı aslında bu iş, demokratik cumhuriyet temelinde 2000’lerde çözülecekti ancak bunun zemini sağlanmadı. Bu süreçte ABD’nin tutumu muğlakken, İngiltere de sınır dışına çekilmiş, yasal düzenleme halinde silahlarını bırakmaya hazırlanmış PKK’yi açıkça “terörist” sayarak yasaklama yoluna gitme tutumunu sergiledi. Yani savaş döneminde vermediği bir kararı barış sürecinde veriyordu. Avrupa Birliği ise, bu süreçte Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) davasını demokratik çözüm ve barış yönünde ele almak yerine, Türkiye ile pazarlık konusu haline getirdi. İdam ve PKK pazarlık masasındaydı. Süreci olabildiğince tahrik etmeye girişen batının bu yaklaşımının altında olası demokratik çözümün, yıllardır bir kullanma malzemesi olarak gördükleri Kürt kartını ellerinden alması yatıyordu. Bu durum işlerine gelmediği için Türkiye içerisindeki rantçılar çatışmayı derinleştirmek istiyordu. Öyle ki “Rahşan Affı” adı altında çıkan düzenlemeye MHP engel olmuştu. Ardından yaratılan belirsizlikle birlikte tümüyle teslimiyet, idam, faili meçhuller, sorunu çürütme ve yozlaştırma politikası devreye konuldu.
ÖZGÜR KÜRTLÜĞÜN TASFİYESİ
2001 yılında Amerika’daki 11 Eylül saldırısı gündeme geldi. ABD bu saldırıyı bahane ederek, 2001 yılında geliştirdikleri “terör” konseptine PKK’yi de dahil etti. Oysa PKK sınırların dışına çekilmiş, yasal düzenleme halinde silahları bırakarak demokratik cumhuriyete katılmaya hazırlanmıştı. ABD bir yandan “Apo’yu asalım sonra idamı kaldıralım” söylemiyle demokratik çözüm ve barış için çabalayan Öcalan’ı ve demokrat Kürtleri hedefe koyarken, diğer yandan özgür ve demokrat Kürtlüğün tasfiyesine karşılık Türkiye’yi Barzani-Talabani işbirliğine yönelterek milliyetçilik ve ulus-devlet anlayışının önünü açıyordu. Bu da böl-yönet politikalarını ve çatışmayı körüklemekti.
Bu politikanın İmralı Cezaevi’ne yansıması; Öcalan’a gazete verilmemesi, kütüphanesinin dışarıya alınması ve yanında sadece üç kitap bulundurmasına izin verilmesi, avukat geliş-gidişlerinin zorlaştırılması oldu. Bunlar 11 Eylül sonrasında gelişen durumlardı. Sonuçta demokratik çözüm ve barış yerine idam benzeri bitirme ve çürütme politikası devreye konuldu.
ILIMLI İSLAM PROJESİ VE AKP
2002 yılının 2 Mayıs’ında Avrupa Birliği de “terör listesi” ile bu politikayı destekledi. Hem ABD hem AB yetkililerinin “düşük yoğunluklu savaş” dedikleri bu savaş döneminde Öcalan ve liderliğini yaptığı PKK’yi “terörist” saymazken, demokratik çözüm ve barış için ciddi adımların atıldığı bir dönemde PKK’yi “terör” listesine almaları, çözüm yerine çözümsüzlüğü, dolayısıyla komployla amaçlanan Türk-Kürt savaşını derinleştirmeyi çıkarlarına daha uygun görüyorlardı. Bu şekilde Türkiye’den daha fazla taviz koparacak, Ortadoğu, Kafkas ve Balkan politikalarında kendilerine daha da bağımlı hale getireceklerdi. Öcalan’ın “Büyük Barış Çabası” dediği bu yıllar, silahlı güçleri sınır dışına çektiği, barış gruplarını gelişini sağlayarak, yasal düzenleme halinde silahların tümden bırakılarak demokratik cumhuriyete katılmaya ve nihai çözüme gitmeye çalıştığı yıllardı. Bu dönemde Bülent Ecevit ile dolaylı diyalog süreci de yaşanıyordu, ancak bir anda Ecevit’in normal olmayan hastalığı gündeme getirilerek (ki sonradan bilinçli felç edildiği ortaya çıkacaktı) tasfiye edildi. Ardından İngiltere, ABD ve AB’nin “terör” konseptine uyum sağlamak adına “Ilımlı İslam Projesi” dedikleri AKP iktidara getirildi. AKP iktidara gelip, ABD ve AB’nin politikalarına yatarak Öcalan ile olan diyalogları da kesti.
DİYALOGLARI KİM, NEDEN KESTİ?
Öcalan, bu döneme dair yıllar sonra şu değerlendirmelerde bulunacaktı: “2002 yılı çok önemliydi, 1993’ten daha önemliydi. 2002’ye kadar Ecevit’le temsilcisi üzerinden dolaylı görüşmelerimiz oluyordu. Sorunu çözmek istediklerini söylüyorlardı. Ancak Ecevit’in tasfiyesiyle diyaloglar bir anda kesildi. Bu dönemde üzerime düşeni yapmış, silahlı güçleri sınır dışına, PKK’yi de demokratik çizgiye çekmiştim. Tek kurşun atılmamış, çatışmasızlık ortamı yaşanmıştı. Ancak bir anda diyalog ortamı kesildi. 2002’de görüşmeler neden kesildi, kim kesti? 2002’de AKP iktidara gelir gelmez ABD’nin bazı politikaları vardı, görüşmeler kesildi, her şey değişti. Diyaloglar kesildikten sonra İngiltere, ABD oyunları yavaş yavaş ortaya çıktı. ABD bir yandan Talabani ile Erdoğan’ı görüştürüyor, diğer yandan da PKK’yi içeriden ayarlamaya, bölmeye çalışıyordu. Diyalog yerine tasfiye politikaları yürütülüyordu.”
ÖCALAN’IN YERİNE BARZANİ VE TALABANİ
Bu durumun arkasında ABD, İngiltere ve İsrail vardı. Bunlar Öcalan’ı ve hareketini tasfiye, Barzani ve Talabani’yi öne çıkarma politikasını yürütüyorlardı. AKP hükümeti de bu politikaya yatmış veya bunun için iktidara getirilmişti. Öcalan’ın demokratik çözüm ve barış çabası, demokratik cumhuriyet projesi yanlış görülüyor, sakıncalı kabul ediliyordu. Öcalan’a devlet değil, demokratik çözüm istemesine rağmen tasfiyeyi dayatırlarken, Barzani ve Talabani’ye küçük bir ulus-devlet yolunu açarak tüm Kürtleri oraya bağlayarak kontrollerine alma hedefleniyordu.
Öcalan’ın İmralı’daki demokratik çözüm ve barış sürecini tıkayan İngiltere, ABD ve İsrail’in yaptıklarıydı. AKP’nin iktidara getirilişi de bu politikalarla bağlantılıydı. Daha önceki Ecevit hükümeti en azından diyalog yolunu ve görüşmeleri kesmemişti. Ama AKP, bu diyaloğu keserek ABD, İsrail, İngiltere, Almanya, Yunanistan, bütün Avrupa ile birlikte ardına kadar yolu Kürt milliyetçiliğine açıyordu.
Öcalan 30 Kasım 2002’de iki taraflı milliyetçiliğin tehlikelerine, buna karşı demokratik çözümün gerekliliğine dikkat çekmek için Abdullah Gül’e yazdığı mektubun halka açıklanmasını istedi. Daha sonra Başbakan koltuğuna oturan Tayyip Erdoğan’a yazdığı mektupta da tedbir alınmazsa iki taraflı milliyetçi gelişmenin tehlikeli sonuçlar doğuracağını belirtti. Ama tüm çabalarına rağmen herhangi bir diyalog doğmadı. Tersine cezaevi koşulları daha da sıkılaştırılacak ve ağırlaştırılacaktı. Avukatlarıyla görüşme notlarına el konuldu, gazeteleri ve mektupları verilmedi. Dışarıda da HADEP’in kapatılması ve demokratik siyaset yapanların tutuklanmaları gündeme getirildi.
İMRALI’YA TEHDİT MEKTUPLARI
2003 yılına girerken Öcalan yeni başbakanlığa gelmiş Erdoğan’a da diyalog çağrısında bulundu. Bu temelde barış bildirgesi hazırlayarak hükümete sundu. Adına da “Özgür Birliktelik ve Barış Hamlesi” dedi. Ancak hükümetin buna yanıtı avukat görüşmelerini tamamen kesmek oldu. Yine bu süreçte karanlık çevrelerden gelen 25-30 kadar tehdit mektubu Öcalan’a verildi. Bu mektuplarda kendisini öldürmek istediklerini, öldürmekten beter etmek istediklerini yazmışlardı. 3 ay sonra yeniden sınırlı da olsa başlayan avukat görüşmeleri 45 dakikaya, aile görüşmeleri 15 dakikaya indirildi.
10 MADDELİK BARIŞ PLANI
2004 yılına girerken Öcalan, hükümete bu kez de 10 maddelik “Barış Planı” sundu. Tercihini bir kez daha demokratik çözüm ve barış yönünde kullanmak istiyordu. Bu planla sorununun çözümü ve nihai silahsızlanma için “Toplumsal Barış ve Demokratik Katılım Yasası” önererek ve bir takvim çıkardı. 2005 yılına kadar “Barış İçin Yol Haritası”nı geliştirdi. Demokratik Katılım Yasası bunun ilk adımı olacak ve gerisi adım adım gelişecekti. Ancak AKP’nin buna yanıtı “Eve Dönüş Yasası” adı altında pişmanlık dayatmaktan öteye gitmedi.
Öcalan’ın avukat görüşmelerini de 2 haftada bire, yani 14 günde bir saate indirildi. Görüş süreleri önce bir saate, sonra 14 günde bir saate indirildi. Öcalan’ın barış için 5 yıllık çabasına karşılık, tecrit daha da derinleştirildi.
1 HAZİRAN YASALARI
2005 yılında AİHM’in hükmettiği yeniden yargılanma kararını Öcalan yeni bir barışçıl hamleye, demokratik birlik çözümüne dönüştürdü. AKP hükümeti ise 1 Haziran yasalarıyla sürecin önüne engel koydu. Bu süreçte Türkiye, Avrupa ile Kürtler üzerinden pazarlık yaptı. Bu temelde AİHM nihai kararında Öcalan’ın korsanca kaçırılmasını ve İmralı tecrit koşullarını ihlal olarak görmeyecekti. Geriye yeniden yargılanmayı talep etmek kalıyordu. Ancak Türkiye başbakanından kara kuvvetlerine kadar, mahkeme hâkiminden savcısına kadar “Bin defada yargılansa sonuç değişmez, aynı cezayı alır” diyerek, yeniden yargılanmasının önüne geçildi. Bu süreçte AB yetkililerinden Joost Lagendijk, “Kürtler, PKK ve Öcalan ile arasına mesafe koysun” şeklinde açıklamalar yaptı. Avrupa Konseyi de Öcalan’ın yeniden yargılanma talebini dosya üzerinden kapattı. Avrupa Birliği, ABD ve Türkiye arasında bir anlaşma olduğu görülüyordu. 1 Haziran Yasaları temelinde Öcalan’ın koşullarının daha da ağırlaştırılması da böyle bir anlaşmanın sonucuydu. 1 Haziran yasaları ve uygulamaları barış ve demokratik çözümün önünü kapatmaktı.
DIŞ DÜNYAYLA BAĞI KOPARILDI
Öcalan üzerindeki uygulama ve hücre cezaları hem fizikken hem de iradi olarak boğma girişine dönüştü. Bu durum 2005 yılının ikinci yarısından itibaren bir konsept olarak geliştirildi. 2006’da da bu konseptin gereği olarak hükümet tecrit politikasını uygulamaya devam etti. Öcalan aylarca dışardan hiçbir haber alamadı. Avukatlarına gönderdiği mektupları verilmedi. Yine bu süreçte hücre cezası uygulamaları giderek yoğunlaştırıldı. Hücre cezası uygulaması boyunca gazete verilmedi, radyo ve kitaplarına el konuldu. Böylece Öcalan’ın dış dünya ile bağı koparıldı. 7 yıldır tek kişilik hücredeydi ama bu hücre cezaları süresince kitapları ve radyosu da alınıp, gazeteleri verilmeyip, aile-avukat görüşmeleri de engellenince kendisine beyaz duvara bakmaktan başka yapacak bir şey bırakılmadı.
ÇÖZÜM ÇAĞRILARINI SÜRDÜRDÜ
Öcalan’ın 7 yıldır sürdürdüğü “demokratik adil bir barışın sağlanması” çabalarına böyle yanıt veriliyordu. Hücre cezalarıyla birlikte Öcalan’ın demokratik çözüm ve barış çabası pasifize edilmek isteniyor, tasfiye dayatılıyordu. Öcalan sorunun Türkiye’nin demokratikleşmesi sorunu olduğunu söylüyordu ama devlet olaya “terör” meselesi olarak bakıyordu. Öcalan her fırsatta barışı ne kadar istediğini, elinden gelen her şeyi yapmak istediğini söylüyordu ama Kürtlerin varlığı, dili, kültürü kabul edilmiyordu. Öcalan’a Kürt kimliğini, siyasal kişiliği ile savunma hakkını tanımayıp, avukat görüşmelerini engelleyen, yasal olarak yayınlanan bir gazeteyi dahi sansürleyerek veren anlayış dışarıda da Kürtlerin kültürel haklarını yok sayıyordu. Yani bir yandan Öcalan’a tecrit, diğer yandan da Kürtleri tanımayan uygulamalara gidiliyordu. Ardından giderek Terörle Mücadele Yasası (TMY) ile toplu imha dayatılıyordu. Çocuklar bile ana dilde eğitim istedikleri için “örgüt propagandası” yaptıkları gerekçesiyle daha 15 yaşında hapsediliyordu. Öcalan, buna karşı “TMY yerine Meclis’te demokrasi paketi çıkarılması gerekir” diyerek, diyalog ve çözüm çağrılarını sürdürdü.
‘İMHA KONSEPTİ’ İLE YANIT VERİLDİ
2006 yılı Eylül ayının başlarında dolaylı yürütülen süreç, 2008’e dek sürdü. O dönemde Demokratik Toplum Partisi (DTP) içinde bazılarının yine devletin gayri resmi yetkilileriyle girdikleri bir ilişki söz konusuydu. Bunu demokratik çözüm adına değerlendirmek isteyen Öcalan, bir kez daha üzerine düşeni yaparak, PKK’ye ateşkes çağrısında bulundu. Ancak ateşkesin hemen ardından bu çabasına da “imha konsepti” ile yanıt verildi. Ateşkes konumunda oldukları halde dönemin Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ, “Sonuna kadar imha edeceğiz, birkaç mikrop var hepsinin kökünü kazıyacağız, yirminci terörist saldırıyı da ezeceğiz” açıklamasıyla yanıt verdi.
Öcalan’ın bu duruma ilişkin değerlendirmeleri “ABD, İngiltere gibi hegemonik güçler Türkiye’ye, orduya şunu söylemişlerdi; ‘Biz Güney’i hallediyoruz, Barzani ve Talabani PKK’yi sıkıştıracak, PKK’ye yönelecek, siz de Türkiye’den gerekli askeri operasyonları yapın.’ Kendi hesaplarına göre bu şekilde Kürt sorunu halledilmiş olacaktı! O süreçte ASAM eski Başkanı Gündüz Aktan, Güney’deki Türkmenlerin Güneydoğu ve Doğu Anadolu’ya getirilmelerini, buradaki Kürtlerin de oraya sürülmesini öneriyordu. Ateşkese rağmen bir yandan imha amaçlı operasyonlarla mikropları yok edeceğiz deniliyor; öte yandan da burada bana hücre cezaları veriliyordu” şeklinde oldu.
ATEŞKES BOŞA DÜŞÜRÜLDÜ
Öcalan bu temelde baskı altına alınıyor, uzun süre görüşmeleri kesiliyordu. Hükümet çözüm için adım atmıyordu, süreç tıkanmıştı. ABD, Türkiye ve AB aralarında anlaşmışlardı. PKK’nin tasfiyesi, Öcalan’ın da İmralı’da AİHM kararıyla zamana yayılarak oyalanıp baskı altına alınması yoluna gidildi. Elindeki tek kanallı radyosunu da alındı, mektuplar verilmedi veya nadiren verilse de içinde bir iki cümlelik olan mektupları verildi. Ateşkes, demokratik çözüm ve barış sürecinde olunmasına rağmen Kürt dili üzerindeki baskıları ve operasyonları yoğunlaştırıldı. Bir yandan Öcalan’dan barış için katkı istenirken, öte yandan önü açılmak yerine şartları daha da ağırlaştırıldı. Her söylediğine hücre cezası verildi.
Öcalan için demokrasi bir amaçtı, ama bu süreçte Abdullah Gül, demokrasiyi bir araç olarak gördüğünü ve kullandığını açıkladı. Erdoğan da aynı şeyi söyledi. Karşılaştığı bu tutum nedeniyle Öcalan, “Bu sorun böyle çözülemezdi. Sorunlar doğru bir yaklaşımla ele alınmıyordu. Beşinci defa gerçekleştirdiğimiz ateşkes ve demokratik çözüm çabasını da böylece boşa çıkardılar” diyecekti.
ANAYASA’DA TEK CÜMLE
2008 yılında Öcalan, “Eğer çözüm isteniyorsa herkesin, Kürtlerin de üzerinde mutabık kalacağı bir anayasa yapılabilir. PKK’ye de ‘Gel, bu anayasanın hazırlanış sürecine katıl’ denilebilir” teklifinde bulundu. Bu konuda bir cümlenin bile anayasada yer almasının yeterli olacağını söyledi. Bu konuya ilişkin Öcalan’ın, “Türkiye Cumhuriyeti Anayasası bütün dil ve kültürlerin demokratik bir şekilde varlığını ve kendini ifade etmesini kabul eder” cümlesi bile tek başına birçok şeyin önünü açacaktı.
Öcalan, “Bu cümleyi anayasaya koysunlar iki ay içinde PKK silahı bırakır, gizli örgütlenmeler de biter. Ondan sonraki aşama demokratik yasalarla düzenlenir. Bu söylediklerim mümkündür, akan kanı durdurabiliriz. Benim önerim budur” dedi. Ama bu yönlü en ufak bir çözüm irade ve belirtisi gösterilmedi. Tersine Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, “Sınır ötesi operasyon için her şey masada, başbakan da bunları onaylamıştır” dedi. Başbakan Erdoğan da çözüme dönük bir irade beyanında bulunmadı.
ÇÖZÜM WASHİNGTON’DA ARANIYORDU
Bu dönemde Amerika’ya giden Abdullah Gül, uçakta “Amerika ile iki müttefikiz. İlişkilerimiz sıradan iki devlet arasındaki ilişki gibi değildir. Bir dönem sıkıntılar yaşadık ilişkilerimizde ancak onlar aşıldı” sözlerini sarf etti. Irak ile Barzani-Talabani’ye ise “PKK’yi aradan çıkartırsanız Irak’a yardımımız on kat artar” diye seslenen Gül ile yaptığı görüşmesi sonrası açıklama yapan Bush da PKK’yi “ortak düşman” ilan etti. Bu uzlaşmaya karşı olanlar da tasfiye edilecekti. Öcalan, buna ilişkin; “Hakkımızda tasfiye kararı alınmıştı. Kürt özgürlüğü tasfiye edilmek isteniyordu. Hükümet de artık hükümet değil, iradesi yoktu. Çözüm yerine operasyon yapıyorlardı. Erdoğan bu süreçte grup toplantısında ‘Operasyonlar devam edecek, siyasi, kültürel, diplomatik eş zamanlı yalnızlaştırma konusunda çalışmalarımız devam edecektir’ diyordu. Bu da yaklaşımlarını gösteriyordu. Erdoğan, Bush’un bir tek sözcüğünün arkasına sığınıyordu. Bush’un PKK’ye düşman demesi çözüm değildi. AKP’nin herhangi bir çözümü de yoktu. Paket maketleri de yoktu. Ellerindeki paket dedikleri şeyler, Çiller döneminden hatta Çiller’den de önce hazırlanmış çözüm getirmeyen paketlerdi. Erdoğan; ‘teröre karşı on iki milyar dolar’ ayırarak terörü bitireceğini söylüyordu, Gül de aynı şeyi söylüyordu. Bunların çözüm dertleri yoktu. Çözümü Washington, Talabani’de şurada burada arıyorlardı” dedi.
Bu işin çatışmalarla, operasyonlarla çözülmeyeceğini, kanın durması ve Türkiye’nin demokratikleşmesini istediklerini vurgulayan Öcalan, anlamlı bir diyalog geliştirilmesini istiyordu.
3 AŞAMALI DEMOKRATİK ÇÖZÜM ÖNERİSİ
2009 yılına bu temelde Öcalan kendi çözüm projesi olan “Yol Haritası” ile girdi. Yol Haritası’nda üç aşamalı bir demokratik çözüm öneriyordu. Bunun için her türlü adımı atmaya hazır olduğunu dillendiren Öcalan, AKP’ye seslenerek; “Demokratik müzakere olursa çözüm gelişir, bu konuda cesur olun, demokratik siyasi çözümün önünü açın. Demokratik siyasetin önünü açın. Barışın önünü açın. Demokratik müzakerenin önünü açın” dedi. Ancak AKP hükümeti demokratik çözüm yerine Barzani ve Talabani’yi kullanarak, Kürt illerinde kurdukları holdinglerle milyon dolarlarla Kürtlerin bir kısmını kendilerine bağlayarak tasfiye politikasını sürdürdü. Hükümet olaya oy hesabıyla yaklaşarak tavrını ortaya koydu. Öcalan’ın Barış Grubu’nu getirmesine yanıt da hücre cezaları oldu.
17 KASIM DARBESİ
17 Kasım 2009’da kaldığı oda değiştirildi. Öcalan’ın nakledildiği yeni oda eski yere göre daha kötüydü. Bunu bir gelişme olarak sunmaya çalışılsa da aslında tecridin daha da ağırlaştırılmasıydı. Hareket alanı daha da daraltılarak, koşulları daha da ağırlaştırılarak teslim alınmak istenen Öcalan bu uygulamaları “17 Kasım darbesi” olarak tanımladı.
BARIŞ ROLÜNÜ OYNAMAK İSTİYORDU
2010 yılında da Öcalan bütün bu zor koşullarına rağmen barışı getirmeye çalıştı. Hükümete sunduğu “Yol Haritası” temelinde sağlığı hala elverişliyken demokratik çözüm ve barış rolünü oynamak istiyordu, ancak yine boşa çıkarıldı. Kendisine devlet heyetinin söyledikleriyle hükümetin söyledikleri birbirini tutmuyordu. Hükümet; “Benim verdiklerimle yetinin, attığım adımlarla sizin iradeniz olmadan ben bu sorunu tek taraflı çözerim” diyordu. Ancak Kürtlerin iradesini tanımayan, Kürtlerin özgürlüğüne saygı duymayan bir çözümün başarı şansı yoktu. Çünkü Kürtler geldiği aşamada artık iradelerini, varlıklarını ve onurlarını teslim etmiyordu. AKP’nin amacı “özgürlük hareketini” tasfiye edip, demokratik zeminde olan legal güçleri de hizaya çekme, kendi çizgisine getirmeydi. Buna karşı biraz özgür durmaya çalışan Kürtleri ‘KCK’ operasyonlarıyla cezaevlerine doldurarak, Kürtlerin özgür-demokratik siyaset yapmak isteyen kesiminin önünü keserek Kürtlere ‘bana sığının’ diyordu. Öcalan bu sürece ilişkin; “Ortaya çıktı ki bir bütün olarak Kürtlere uyguladıkları siyasal soykırımdı, ekonomik soykırımdı, kültürel soykırımdı. AKP’nin iktidarda olduğu yedi yılda yapmaya çalıştığı buydu” tanımlamasında bulundu.
ÇÖZÜM SÜRECİNİ BOZMA AÇIKLAMASI
2011 yılına girerken Öcalan bu sefer demokratik anayasal sürecin yol haritası temelinde müzakerelerle nihai sonuca gitmek istiyordu. İmralı’da devlet heyetiyle görüşmeler ciddi bir aşamaya gelmiş, protokollere bağlanmıştı. Ancak buna içeride AKP, CHP ve MHP arasında üçlü ittifakla yanıt verildi. İçerideki Kürt karşıtı bu üçlü ittifakın aynısı AKP tarafından uluslararası alanda da Türkiye-İran–Suriye üçlemesiyle hayata geçirilmeye çalışıldı. Bu ittifakın amacı da Kürtlere dönük soykırımdı. Hatta bu halka daha da genişti; Suudi Arabistan başta olmak üzere Arap birliği de bu ittifakın içindeydi. Yine AB, Çin ve Rusya da bu ittifaka dâhil edildi. Bir yandan bu ittifakları geliştirirken öte yandan Öcalan ile sözde çözüm görüşmeleri yürütülüyordu. Nitekim İran'la Kandil'e yönelik operasyon konusundaki anlaşmadan sonra İran, 16 Temmuz’da Kandil’e saldırdı. Ondan iki gün önce ise, Erdoğan bizzat çözüm sürecini bozan açıklamayı yaptı.
YENİ BİR HAMLE BAŞLATTI
Öcalan, “Ardından 2011 Temmuz’undan itibaren büyük bir savaşla yüklendiler. Nihai tasfiye operasyonları yaptılar. Başbakanı buna inandıran ekip ‘PKK’yi 2011’de bitireceğiz’ demişti. Bu temelde on bin kişiyi KCK operasyonları adı altında içeriye aldılar” dedi. 24 Temmuz 2011 Öcalan’ın son avukat görüşmesiydi ve 22 Kasım’da da tüm avukatları gözaltına alındı 2012 yılı boyunca ve 2013 yılına dek bu politika sürdürüldü. En son parlamento grubu kalmıştı, parlamenterler de alınacaktı ki, Öcalan darbeye karşı yeni bir hamle geliştirdi.
DOLMABAHÇE MUTABAKATI
2013 yılı başlarından itibaren Öcalan, “Demokratik Kurtuluş ve Özgür Yaşam Süreci”ni ilan etti. Öcalan’ın bu süreci canlandırması, darbeyi engelleme sorumluluğuydu; darbeyi önleyebileceğini düşünerek süreci başlatacaktı. Bu süreç 2015 yılı Nisan ayına dek sürdü ve tam da sürecin pratik aşamasındayken, yani 2015 yılında Dolmabahçe Mutabakatı’nda belirlenen pratik adımların atılması aşamasındayken, yine Erdoğan’ın “bu mutabakatı tanımam” açıklaması geldi. Öcalan’ın barış çabalarına karşılık tecrit daha da derinleştirildi. Ne heyet ne de yasal olan vasi, avukat ve aile görüşmelerine bile izin verilmedi. Öcalan bu uygulamaları “mutlak tecrit” diye tanımladı.
‘BARIŞ PROJELERİ ÜZERİNE ÇALIŞIYORUM’
2016 yılı boyunca da bu mutlak tecrit hali devam etti. Sadece 15 Temmuz darbesi sonrası bir kez, o da gelişen açlık grevleri ardından gerçekleşen aile görüşmesinde; “Hala barış projeleri üzerine çalışmayı sürdürüyorum. Benimle demokratik çözüm ve barış için görüşülsün. Varsa böyle bir niyet, barış projelerimizle bu sorunu birkaç ayda çözeriz. Eğer demokratik çözüm ve barış için samimilerse ben rolümü oynarım” çağrısını yaptı. Ancak bu çağrıya hiçbir yanıt almadığı gibi Bursa 1’inci İnfaz Hâkimliği kararıyla ziyaretçi kabulü, aile ve avukat görüşmeleri, yazışmaları, telefon, mektup, faks gibi haberleşmeleri yasaklandı. Dışarıyla olan tüm bağı OHAL gerekçe gösterilerek tamamen koparıldı. Mutlak tecrit hali sürekli ve kalıcı hale getirildi.
2018 yılında OHAL kaldırıldı ama “mutlak tecrit”, “disiplin soruşturması” ve “cezaları” gerekçelerine dayalı mahkeme kararlarıyla sürdürüldü.
HER GÖRÜŞMEDE ÇÖZÜM ISRARI
8 Kasım 2018 tarihinde tutuklu Demokratik Toplum Kongresi (DTK) Eşbaşkanı ve Hakkari Milletvekili Leyla Güven’in öncülük ettiği ve 200 gün süren açlık grevlerinin etkisiyle 2019 yılında 5 kez avukatlarıyla görüştürülen Öcalan yine demokratik çözüm için rolünü oynamaya hazır olduğunu söyledi. Ama karşılık yine “mutlak tecrit”, “kayyum atamaları” ve “operasyonlar” oldu. Son olarak pandemi nedeniyle 27 Nisan 2020’deki telefon görüşmesinden beri Öcalan ve diğer üç tutukludan haber alınamıyor.
Öcalan bu koşullara ve “mutlak tecritte” rağmen intiharvari tutumlara girmeyeceğini, son nefesine kadar demokratik çözüm ve barış için yaşamaya ve direnmeye devam edeceğini, İmralı konumunu böyle belirlediğini, buna gelinirse rolünü oynayacağını, gelinmemesi ve ölümü halinde bundan devletin ve hükümetin başı Erdoğan’ın sorumlu olacağını, hala hayattayken bu sorunu çözmek istediğini vurguladı. Bu temelde İmralı’daki konumunu da, “Buradaki konumum devletle ya birbirimizi boğazlarız ya da demokratik çözüm ve barışı sağlarızdır. Eğer İmralı’dan demokratik dönüşüm yönünde bir uzlaşma çıkarsa, bu bin yıllardan beri halkın özlemle beklediği bir bayram olacaktır. Yıllardır bunun için sabrediyorum” şeklinde tanımladı. Bu konumu ile stratejik barış, kardeşlik ve özgür birlikteliği esas alan Öcalan, tutulduğu mutlak tecrit koşullarına rağmen hükümet ve devlet irade gösterirse demokratik çözüm ve barış için üzerine düşeni yapacağını ifade etti.
İŞARET ETTİĞİ GERÇEK!
Fakat tüm bu çağrıları yanıtsız bırakılan Öcalan’a göre, Türkiye devleti ve hükümeti bu konuda hala karar vermiş değil veya verememekte. Çünkü bağlı bulunduğu İmralı Sistemi’ni inşa eden kapitalist modernitenin hegemon güçlerine göbekten bağımlı. Öcalan, bu gerçeğe “Bu süreçte şunu çok iyi algıladım ki, Türklük ne kendi adına savaşabilir ne de barışabilir. Kapitalist hegemonyanın ona biçtiği rol, Türk halkı da dâhil, tüm Ortadoğu halklarının kapitalist sistemin baskı ve sömürüsüne açık hale getirilmesinde kaba bir jandarma rolü oynamak, bekçilik ve gardiyanlık yapmaktır. Hem Avrupa’nın içinde hem dışında sağlam kazığa bağlanmış Türkiye ve Anadolu kültürleri onlar için çok önemlidir” sözleriyle işaret ediyor.
YARIN: 21 yılda bin 769 başvuru: Tecrit egemen güçlerin kararıyla sürüyor
MA / Sadiye Eser - Erdoğan Alayumat