Gazeteci Bodette: PKK listeden çıkarılırsa pek çok şey değişir

img

ANKARA - ABD ve Avrupa’nın Kürt sorununun çözümsüzlüğüne katkı sunduğunu vurgulayan ABD'li gazeteci Meghan Bodette, “Öyle bir sorun yarattılar ki artık kontrolden çıktı” diyerek, çözüm için PKK’nin muhatap görülmesini önerdi. 

Kürt sorununu askeri yöntemlerle bastırmaya çalışan Türkiye’nin bölgesel ve küresel çapta yarattığı rahatsızlıklar dünya kamuoyunun dikkatini çekiyor. Kürt sorununun boyutlanmasında ABD ve Avrupa ülkelerinin müttefiklikten kaynaklı Türkiye'ye sağladığı askeri katkılar da sorunun devam etmesini sağladı. Türkiye’nin bölgedeki politikalarını yakından takip eden ve bu konuda ABD başta olmak üzere batılı ülkelerin katkılarını eleştiren ABD'li gazeteci Meghan Bodette, “kontrolden çıkmış AKP-MHP hükümeti”nin durdurulmaması halinde daha fazla soruna neden olacağını söyledi. Bölgesel ve küresel barışçıl politikanın gelişimi için PKK’nin “terör örgütleri listesi”nden çıkarılmasının elzem olduğunu vurgulayan Bodette, “Kürt Özgürlük Hareketi'nin değerleri terörizm değildir, tam anlamıyla terörizmin tersidir” dedi. Ortadoğu’yu, Kürtleri yakından tanıyan ve uluslararası hukuka hakim olan gazeteci Bodette'le Kürt sorununun dışsal yansıması ve çözüm yollarını konuştuk.
 
 
 Sizin öykünüzle başlamak istiyorum. Kürtlerle nasıl tanıştınız, bu konu üzerine araştırma yapmaya, yazmaya iten neydi? 
 
Üniversitede Uluslararası İlişkiler okurken barış, özgürlük ve demokrasi konularında, varolan sisteme alternatif olabilecek nasıl bir sistem kurulabileceğine dair düşünmeye başladım. Okuldaki dersler sorularımı varolan sistem üzerinden cevaplıyordu ve bu benim için yeterli değildi. Herhangi bir alternatif sunmuyor, alternatifini düşünmemizi engelliyordu. Bu süreçte kendi yaşadığım şehirdeki Kürt toplumuyla tanıştım. Zorluklara nasıl direndiklerini, varolan sisteme ve otoriter rejimlere karşı Türkiye'de ve bölgede nasıl karşı durduklarını gördüm. Ataerkilliğe, milliyetçiliğe ve tüm bu tür zararlı sistemlere karşı geliştirdikleri yeni yaşamı nasıl ördüklerini izledim. Bu beni çok etkiledi. Daha fazla okumaya, eylemlerine katılmaya başladım. Böylece sadece Kürt mücadelesini değil, bölgedeki birçok farklı insanın bu tür rejimlere karşı koyma mücadelesini ve ayrıca bir Amerikalı olarak ABD hükümetinin, bu hükümetleri desteklemedeki rolünü öğrendim. Benim için çok aydınlatıcı bir süreç oldu. Kuzey ve Doğu Suriye'de, özellikle Rojava'da bir yandan IŞİD’le savaşıp bir yandan da ulus devlet sistemine dayanmayan, çoğulcu, çeşitliliğe dayalı, kadın özgürlüğüne dayalı, ekonomik sömürüye meydan okuyan bir sistem kuruyorlardı. Bu sistem kafamdaki tüm sorulara cevap oluyordu. Ben de çalışmalarımı bu yönde yapmaya, elimden geldiği kadar bu mücadeleye ses olmaya karar verdim. 
 
Kürt sorunu üzerine ne kadar bir süredir çalışıyorsunuz. ABD'nin, Avrupa Birliği'nin, kısacası batının bu süregelen sorun içindeki yerine dair ne gibi çıkarımlara vardınız?
 
 
Ne zaman Kürtler, her ezilen halkın yaptığı gibi, temel hakları için ayaklansa, Türkiye ABD'nin sağladığı silahlarla ve ABD'nin askeri desteğiyle bu haklı isyanları bastırdı ve Avrupa'da, Türkiye'nin bir müttefiki olarak bu baskılara katkı sundu.
 
Üç yılı aşkındır Kürt sorunu üzerine çalışıyorum. Şunu söyleyebilirim, bu sorunu ancak uzun vadeli düşünerek değerlendirebiliriz. 1950'lere Türkiye'nin NATO'ya katıldığı tarihe geri dönelim. Türkiye böylece ABD'nin bir müttefiki olmuştur ve bu da pratikte ABD'nin Türkiye'ye, devletin askeri ve diğer otoriter ve milliyetçi unsurlarını, bu politikaların ülke içindeki etkisini dikkate almadan güçlendirmesine rağmen büyük miktarlarda silah ve güvenlik yardımı sağlaması anlamına geliyor. Çünkü ABD yalnızca rakiplerine karşı kendi elini güçlendirmeyi ve müttefik olduğu ülkelerin batı yanlısını kalmasını sağlamak için kendi jeopolitik çıkarını dikkate alır. Böylece bu süreçte ABD Türkiye'ye milyarlarca dolar güvenlik yardımı ve silah transferi sağlamaya başladı. Böylece demokratik siyasetin yıkımı ve ezilen halklar pahasına askeri güvenlik düzenini yapay olarak güçlendirilmesine katkıda bulunmuş oldu. Devletin milliyetçi ve militarist unsurları da bu sistemin son derece gönüllü ortakları oldular çünkü kendileri de bu durumdan istifade ediyorlardı. Onlar, ülke içinde kendi savaşlarını sürdürmelerini sağlayacak mali kaynaklara sahip olurken ABD'de ülkeyi kendi tarafında tutmuş oldu. Bunun da nasıl bir anti demokratik sürece evrildiğini, ne çeşit insan hakları ihlallerine neden olduğunu zerrece umursamadılar. Bu da tam olarak Kürt sorununa bağlanıyor. Zira Türkiye'deki en büyük insan hakları krizi tam da orada yaşanıyor. Ne zaman Kürtler, her ezilen halkın yaptığı gibi, temel hakları için ayaklansa, Türkiye ABD'nin sağladığı silahlarla ve ABD'nin askeri desteğiyle bu haklı isyanları bastırdı ve Avrupa'da, Türkiye'nin bir müttefiki olarak bu baskılara katkı sundu. Bu durum da özgürlük ve adalet mücadelesinde son derece negatif etkilere neden oldu ve sonuç olarak da Kürt sorununu yalnızca bir iç sorun olmaktan çıkarıp uluslararası bir sorun haline getirdi. Çünkü Kürtleri ezmek için uygulanan baskı, yalnızca Türkiye'nin baskısı değildir. Çok sayıda ülke Türkiye hükümetlerine temel hak ve hürriyetleri için mücadele eden topluluklara baskı yapmaları için destek oluyor. 
 
 Batının, Kürt karşıtlığı kullanılarak aynı zamanda Türkiye’yi kendisine bağımlı kıldığını söyleyebilir miyiz? 
 
80'lerde ve 90'larda çatışmalı durum tırmandı ve devlet tüm şiddetiyle Kürtlere saldırdı. 4 binden fazla köy yakıldı. 3 milyondan fazla insan yerinden edildi. Zorla kaybetmeler, yargısız infazlar yaşandı. Artık hedefteki tek topluluk Kürtler de değildi. Türkiyeli devrimciler, işçiler, tüm azınlıklar hedefteydi. ABD bu süreci amasız fakatsız destekledi ve Türkiye hükümetini temelde siyasi olarak çözülmesi gereken bir sorunu askeri ve güvenlikçi bir şekilde çözüm aramaya iterek daha da kendine bağımlı hale getirdi. Daha sonra 2014'te IŞİD ortaya çıktığında ki bu durumun kendisi bir ülkeye yapılan dış müdahaleyle direkt ilişkilidir, ABD, Avrupa ve diğer büyük güçler artık bu sorunun kendilerini de ilgilendiren bir sorun haline geldiğini sonunda idrak edebildi.  
 
Tehlike kapılarına kadar dayandı... 
 
Bu sorunu çözmedikleri takdirde IŞİD vahşetinin kapılarına dayanacağını, kendi ülkelerinde saldırılar gerçekleştirebileceğini gördüler. Fakat bu süreçte şunu da fark ettiler. Hali hazırdaki müttefikleri IŞİD’le savaşmak konusunda çok gönülsüzdü. ABD'nin işgalinden sonra kurulan Irak ordusunun IŞİD karşısında darmadağın olduğunu gördük. Kürdistan Bölgesel Hükümeti'nin pêşmerge güçlerinin nasıl Şengal’i kendi kaderine terk edip arkasına bakmadan kaçtığını, bu durumun Êzidî toplumunda yarattığı felaketi gördük. ABD'nin birincil müttefiki Türkiye yalnızca IŞİD'le savaşmak istememekle kalmadı, IŞİD ile savaşan güçlere de saldırarak IŞİD'e destek oldu. Bunu Türkiye ve Kürdistan'daki okurlar zaten biliyor ama batılı okurlar için altını çizmek istiyorum, şu anda Türkiye'de hükümeti IŞİD'e karşı bir şeyler yapmaya davet eden, IŞİD'i protesto eden Halkların Demokratik Partisi (HDP) yargılanıyor. HDP’nin tek yaptığı, Türkiye hükümetinin dinci savaşçıların sınırlar yokmuşçasına Suriye'ye girip çıkmasını ve bir Kürt kenti olan Kobanê'ye ilerlemesini izlerken, hükümete 'Bu konuda artık bir şeyler yapmanız gerekiyor' demekti. 
 
Siz o süreci yakından izlediniz. İzleniminizi paylaşır mısınız?
 
Kobanê'ye gittiğimde yabancı gazetecilerin konuşlandığı o tepeyi gördüm. Orada durmuş kameralarını kurmuş, IŞİD Kobanê'ye ilerlerken ve Türkiye askeri olarak duruma müdahale etmezken tepenin üzerinde olanı biteni izliyorlardı. Kan donduran bir sahneydi. Tam karşıda, yakın tarihin en barbar ordusu resmen soykırıma kalkışmışken, bir tepenin üzerinden olan biten film gibi izliyorlardı. Bu durumun Türkiye'de de bir karşılığı oldu. İnsanlar sokaklara çıktılar ve aynı o uluslararası basın gibi olanı biteni izleyen Türkiye hükümetine bu katliamı durdurun dediler ve şimdi de bunun için çok ağır hapis cezalarıyla yargılanıyorlar. Bu noktada ABD ve Avrupa da artık 'Evet, bu IŞİD konusunda bir şey yapmak lazım' dedi. Ama Erdoğan hükümeti bunu reddetti. Bütün bu süreç, yandaş basın kuruluşları tarafından dahi gayet iyi belgelendi. Sonuç olarak, ABD, pek sevgili müttefikleri Türkiye, duruma müdahale etmeyi reddedince, sahada olan ve gerçekten IŞİD'e karşı bir direniş sergileyen tek halk olan Kürtlere, yani YPG ve YPJ'ye yöneldi. Bu sırada dünya da oturmuş Irak kuvvetlerinin ve peşmerge'nin IŞİD'e karşı yenilgisini, Şengal’i bırakıp kaçtıklarını izliyordu. Bu güçlerin kaçtığı yerlere YPG ve PKK geldi, insanları korumaya. Bu durum ABD ve Avrupa açısından bir ikileme neden oldu. Çünkü sahada IŞİD'e karşı savaşan tek güç devrimci Kürt güçleriydi ama aynı devrimci Kürt güçleri Türkiye zulmüne de direniyor ve bu nedenle terörist ilan ediliyordu. Ve bu Türkiye, ABD ve Avrupa'nın müttefikiydi. Fakat IŞİD'in bu denli hızlı ilerlemesi batılıları ürkütmüş, kendilerini kendi ülkelerinde tehdit altında hissetmelerine sebep olmuştu. Zira zaten daha sonra Avrupa'da ve Amerika'da da IŞİD saldırıları oldu. Yani bu mecburi bir ittifak gibi oldu. Her iki taraf da birbirinin ihtiyacı olan bir şeylere sahipti. Kimsenin savaşmak istemediği IŞİD ile savaşabilen tek yerel güç Kürtlerdi ve uluslararası koalisyon da Kürtlere kimsenin vermek istemediği silah ve teknolojiyi verebiliyordu. Bu durum da şu anda şahit olduğumuz son derece karmaşık bazı dinamiklere neden oldu. 
 
Tabii sahada pek çok çelişki de var...
 
 
 ABD ve Avrupalı hükümetler bir sorunu yaratmış oldu. Bu sorunun güncel adı ise AKP -MHP hükümeti. Öyle bir sorun yarattılar ki sorun artık kontrolden çıkmış durumda ve muhtemelen de, dinci radikal grupları desteklemek, bölgedeki başka ülkeleri işgal etmek gibi daha da fazla soruna neden olacak.
 
Türkiye, ABD'nin Avrupa'nın ve NATO'nun önemli bir müttefiki olmaya devam ederken ve Türkiye'ye güvenlik yardımı, askeri destek devam ederken, bu ülkelerdeki insanlar da kendi hükümetlerini Türkiye’deki rejime karşı çağrılarda bulundu. Bir yandan da Türkiye radikal İslamcı grupları desteklemeye devam ediyor ve Türkiye'yi destekleyen bu ülkeler de dolaylı yoldan da olsa Suriye Milli Ordusu gibi bir IŞİD artığı örgütü desteklemiş oluyorlar. Yani pek çok çelişki var. Ama geniş açıdan bakacak olursanız, siyasi olarak çözüm üretilebilecek bir soruna askeri bir çözüm arayışında olan Türkiye devletinin milliyetçi ve militarist unsurlarını destekleyerek, ABD ve Avrupalı hükümetler bir sorunu yaratmış oldu. Bu sorunun güncel adı ise AKP-MHP hükümeti. Öyle bir sorun yarattılar ki sorun artık kontrolden çıkmış durumda ve muhtemelen de, dinci radikal grupları desteklemek, bölgedeki başka ülkeleri işgal etmek gibi daha da fazla soruna neden olacak. Dolayısıyla Türkiye'ye uzun vadeli destek, krizin daha da ileriye gitmesine neden olmaya devam edecek. Hem bölgede hem de uluslararası alanda çoğu devletin IŞİD'e karşı çıkarların kesişmesi, bu ülkelerdeki aşırılık yanlısı grupların kesintisiz olarak var olmalarına izin vermek gibi istenmeyen sonuçlara yol açacak.
 
Uluslararası hukuk okuduğunuz için sormak istiyorum. Batının çelişkilerinden söz ettiniz, Kürt hareketinin “terör listesi”nden çıkarılması yönünde kampanyalar yürütüyor. Batılı devletlerin bu yönlü bir adım atması, nasıl bir değişim yaratır? 
 
Kesinlikle çok şey değişir ve benim de şahsen çok önem verdiğim bir kampanya. PKK'nin yasal olarak ‘terör örgütü’ olarak tanımlanamayacağına ve listeden çıkartılması gerektiğine inanıyorum. Öncelikle, mesela en azından Birleşmiş Milletler'in (BM) 60'lar, 70'ler ve 80'ler dönemindeki dokümanlarına bakarsanız yabancı işgali koşulları altında yaşayan halkların, ırkçı, otoriter ve milliyetçi rejimler altında yaşayanların uluslararası kanunlarla garanti altına alınmış direnme hakkı vardır. Buna silahlı mücadele de dahildir. Bu durumu örneğin 2. Dünya Savaşı'nda Avrupa'da Nazilere karşı silahlanmalarda gördük. 2. Dünya Savaşı sonrasında Asya, Afrika ve Amerika'daki dekolonizasyon hareketlerinde de gördük. Şu anda pek çok halk özgürlüğünü yabancı işgalleri, faşist rejimlerden sömürgeci tahakkümden kurtulmalarını, halkın haklarını elde etmek için tüm yollar tükendiğinde silaha sarılmalarına borçludurlar. Bu uluslararası hukukta yerleşik bir ilkedir. Bildiğiniz gibi, Belçika'da konuya ilişkin görülen davanın sonucuna göre PKK terör örgütü değil, uluslararası olmayan bir silahlı çatışmanın tarafıdır, kararı verdi. Bu çok önemli bir karar. Bu anlamda zaten Kürt Özgürlük Hareketi'nin bölgedeki davranış modeline de baktığınız zaman ‘terörist’ bir grubun davranış şeklini görmüyoruz. Yalnızca otoriter rejimlere, radikal dinci gerici gruplara askeri olarak meydan okumadılar, halkların kaderini tayin hakkına dayalı bir sistem inşa ederek tüm halklar için, özellikle kadınlar için yepyeni bir model oluşturdular. Kadınların bu rejimler tarafından ciddi anlamda baskılandığı bir bölgede bu hareketin başarabildikleri kişisel fikrime göre 21. yüzyılın en büyük başarısıdır. Bu anlamda Kürt Özgürlük Hareketi'nin değerleri terörizm değildir, tam anlamıyla terörizmin tersidir. Hukuki anlamda düşünecek olursak, burada zaten söz konusu olan değerler değil, hareketin yönetilme biçimi. Burada söz konusu olan baskıcı bir rejime karşı direnen, mücadele eden bir grup ve bu gibi rejimlere direnmek uluslararası kanunlarla garanti altına alınmıştır. Bu anlamda da Belçika kararında da altı çizildiği gibi PKK terörist bir grup değil, uluslararası olmayan bir silahlı çatışmanın tarafıdır. Bu durumda da haliyle çatışma halinde olduğu devletin silahlı kuvvetlerini, IŞİD'i hedef alıyorlar. Şu da artık tüm dünyanın bildiği bir gerçek IŞİD’le mücadeleye dahil olan yabancı tüm devletlerden daha fazla bu savaşta yer aldılar ve daha fazla bedel ödediler. Görüntüde tüm dünyanın savaştığı bir örgütle, tüm dünya adına savaştılar. Bu terörist bir grubun davranış pratiği değildir. Net olarak düşman olarak tanımlanmış bir kuvvetle savaşıyorlar ve net olarak tanımlanmış bir amaç uğruna savaşıyorlar. 
 
ABD’nin “terör” tanımı nasıldır ve bu tanımı Kürtlerin davranış biçimiyle karşılaştırır mısınız?
 
 
 ABD tanımına göre bir örgütün terör örgütü olarak tanımlanabilmesi için ABD vatandaşlarına karşı bir tehdit unsuru olması gerekiyor. Aynı tanımlama Avrupa için de geçerli. Öte yandan PKK ne Avrupa ne ABD ne de başka bir ülkenin halkına karşı herhangi bir saldırıda bulunmadı. 
 
Bu konu üzerine, özellikle ABD'nin yaptığı tanımlamalar üzerine epeyce yazdım. ABD tanımına göre bir örgütün terör örgütü olarak tanımlanabilmesi için ABD vatandaşlarına karşı bir tehdit unsuru olması gerekiyor. Aynı tanımlama Avrupa için de geçerli. Öte yandan PKK ne Avrupa ne ABD ne de başka bir ülkenin halkına karşı herhangi bir saldırıda bulunmadı. Bu konuda da çok nettiler. Hatırlıyorum, Türkiye'nin Serêkaniye ve Tel Ebyad işgali sırasında o dönemki ABD Başkanı Donald Trump, PKK'nin IŞİD'den çok daha tehlikeli bir örgüt olduğunu iddia etmişti. PKK,  ABD vatandaşlarına açık bir mektup yazmış, ki pek çoğu sahada IŞİD'e karşı savaşan güçlerin Kürt güçleri olduğunu bilmiyordu, Erdoğan'ın ABD'ye geldiği zaman, Erdoğan'ın güvenlik güçlerinin ABD vatandaşı olan, barışçıl protesto hakkını kullanan insanlara, hem de Beyaz Saray'ın önünde, nasıl saldırdığını anlatmışlardı. Bu mektup ABD vatandaşlarının pek çok anlamda aydınlanmalarına sebep oldu. Çünkü; ABD kıtasının yakınında bile bulunmamış bir örgüt, ABD'ye karşı en ufak bir saldırı girişiminde bulunmamış ve aksine IŞİD'e karşı kurulan koalisyonda ABD'nin müttefiki olarak yer almış bir örgüt, ABD'de terör örgütü olarak ifade edilirken, bu örgütün bu listede yer almasına neden olan, listede yer almasını talep etmiş olan Türkiye'nin Cumhurbaşkanı ve onun güvenlik güçleri, Beyaz Saray'ın önünde canları istediği gibi barışçıl protesto hakkını kullanan ABD vatandaşlarına saldırmıştı. Bu anlamda halkın kendi kaderini tayin hakkı için mücadele eden ve asla sivil halkı hedef almayan bir örgütün terör örgütü olarak listelenmesi en basit tabiriyle absürd diyebiliriz. Bunun karşısında Türkiye Şengal'de, Mahmur'da, Federe Kürdistan'da sivilleri hedef aldı. Politikacılara ve aktivistlere yabancı ülkelerde, örneğin Avrupa'da suikastlar düzenledi. Kendi ülkesinde muhalefete eşi benzeri görülmemiş yöntemlerle baskı uygulayıp binlerce kişiyi gözaltına aldırdı ve tutuklattı. Böyle bir rejimin bir grup için bize 'Bunlar terörist' diyorsa, bence batılı ülkeler olarak bir durup düşünmemiz gerekiyor.
 
Aynı soruyu yinelemek istiyorum. Kürtlerin bu listeden çıkarılması ne anlama geliyor? 
 
 
 Dünya halkları Kürtlerin kim olduğunu, ne yaptıklarını, ne istediklerini, ne anlatmaya çalıştıklarını bilmiyor. Bu konular rahatça konuşulabilir hale gelince, pek çok şeyi değiştirecek. İnsanlar, bu halkın Ortadoğu'da kendi toplumlarında başardığı değişimleri de öğrenmiş olacaklar.
 
Politik etkisinin çok önemli olacağını söyleyebiliriz. Bu durum yalnızca siyasetçilerin değil, sivil toplumun ve bireylerin de daha özgür olacağı anlamına geliyor. Yalnızca Türkiye içinde de değil, batıda da insanların Kürt hareketini daha yakından tanıma, ne dediklerini dinleme fırsatı olmuş olacak çünkü şu andaki haliyle, basın bu konuyu yazmaktan kaçınıyor.  Yine sadece Türkiye'de değil, tüm dünyada. Dünya halkları Kürtlerin kim olduğunu, ne yaptıklarını, ne istediklerini, ne anlatmaya çalıştıklarını bilmiyor. Zaten bu konular rahatça konuşulabilir hale gelince, kaynaklara kolaylıkla ulaşabilir hale gelince insanlar, sadece bu bile kendiliğinden pek çok şeyi değiştirecek. Sadece ne istedikleri de değil, bu halkın Ortadoğu'da kendi toplumlarında başardığı değişimleri de öğrenmiş olacaklar. Daha da önemlisi, bu halka, anti terör kisvesi altında yapılanları bilecekler. Şu anda PKK'nin terör listesinde olduğu her ülke bu suçlara ortaklar. Ama bu ülkelerde yaşayan halklar, ülkelerinin nasıl bir suç işlediğini bilmiyor. PKK'nin terör listesinden çıkarılmasıyla bunlar ortaya çıkacak ve PKK'de resmi bir muhatap haline gelmiş olacak. PKK terör listesinde olduğu sürece Türkiye, Irak, Suriye gibi hangi ülkeyi işgal ederse etsin, istediği sayıda tutuklama yapsın ve 'Bunlar terör örgütü' dediğinde batılı ülkeler de 'Tamam o zaman' diyorlar. PKK'nin listeden çıkarılması işte bunu engelleyecek. Bu ülkeler o zaman Türkiye'nin nerde ne yaptığını sorgulayabilir hale gelecek. Sadece ülkeler de değil, az önce söylediğim gibi, o ülke vatandaşları da daha çok şey öğrenip Türkiye'nin ne yaptığını sorgulayabilecek ve kendi ülkelerinde baskı oluşturabilecek. Türkiye'de gelinen son noktada, bu durumun yalnızca Kürtleri ilgilendirmediğinin, tüm Türkiye halklarını ilgilendirdiğinin de altını çizmek istiyorum. Çünkü Türkiye artık yalnızca Kürtleri değil, kendisine muhalefet eden A'dan Z'ye tüm toplulukları, azınlıkları ve hatta şimdiye kadar hiç bir yönetimde mağdur olmamış Türkiye'nin kurucu ideolojisinin takipçilerini dahi hedef alıyor. Bu anlamda, listeden çıkarılma davası hem ahlaki, hem hukuki hem de siyasi olarak çok, çok önemli bir yerde duruyor. 
 
O halde batılı ülkelerin adım atması için ne yapmak gerekiyor? 
 
Öncelikle daha kitlesel olmaya ihtiyaç var. ABD'deki halkların konuyla ilgili daha fazla bilgilendirilmesinin mümkün olması gerekiyor. Ana akım medyaya baktığınız zaman genelde anlatımlar Türkiye ve onun batılı müttefikleri ağzından oluyor. Oysaki alanda durum hiç de anlatıldığı gibi değil. Çok net hatırladığım bir durum var. Efrin başta olmak üzere Türkiye tarafından işgal edilen bölgelerde çok fazla saha araştırması yaptım 2018'de. O zaman orada New York Times'ın Türkiye muhabiriyle karşılaşmıştım. Kendisi, orada işgalden etkilenen yerel halkla konuşmak yerine, ya da orada sahada çalışan gazetecilerle, Türkiye'den gelmiş gazetecilerle konuşmak yerine, yerlerinden edilen insanları bulup onlarla konuşmak yerine, yerlerinden edilen insanların yerine yerleştirilen, işgali destekleyen kişilerle konuşmayı tercih etti. O sırada Türkiye bu tip gazeteciler için basın turları düzenliyordu. Bizi tabii ki almıyorlardı bu turlara. Böylece Amerika'da New York Times okuyarak bu durumlar hakkında bilgi edinen insanlar, haberi o perspektiften alıyor ve Türkiye'nin herhangi bir suç işliyor olduğu sonucuna varmıyordu. New York Times'ın Türkiye'nin düzenlediği basın turlarına katılarak haber toplayan muhabirlerine göre Türkiye hiç bir uluslararası anlaşmayı ihlal etmiyordu. Bu gazeteciler ayrıca Türkiye'nin kendi sınırları içerisindeki gazetecilere ne yaptığını da ya bilmiyor, ya da aktarmıyordu. Böylece de Türkiye'nin kendini haklı çıkarmak için son derece özgür ve tabiri yerindeyse 'beleş' bir platformu olmuş oluyordu. Yani en önemli sorunlardan biri medya. Haberin doğru kaynaklardan takip edilmesi çok önemli. Bu anlamda inanılmaz bir baskı altında halka gerçekleri ulaştıran Mezopotamya Ajansı’yla konuştuğum için de onur duyduğumun altını çizmek isterim. Tüm dünya basınına, özgür olma mücadelesi veren gazetecilere ilham oluyorsunuz. 
 
Hakkımızdaki düşünceniz için teşekkür ederiz. Geniş katılımlı eylemlerden bahsediyordunuz...
 
Yani, gerçekten sahadan gelen haberleri bulmak, takip etmek, sahada çalışma yürüten insan hakları örgütlerini, gazetecileri, Suriye'de bu işgalden birinci elden etkilenen halkları dinlemek ilk adım. Ve elbette ki global ölçekte çok geniş katılımlı, çok kitlesel bir destek sistemine ihtiyaç var. İnsanların bu olanları kendi ülkelerinde eylemlerle protesto etmeleri, kendi milletvekillerine baskı yapmaları, kendi yerel gazetelerinin haber müdürlerine mektuplar yazarak gerçekte olan biteni anlatmaları gerekiyor. İnsanların sokaklara çıkıp varlık göstermesi gerekiyor. Bunu kendi ülkem için söylüyorum en başta. Çünkü ABD amasız fakatsız Türkiye'nin saymakla bitmeyen bu suçları işlemesinde ortaktır. Bu suçların işlenmesine göz yumuyor, izin veriyor. Basının doğru işleyebiliyor olmasının ne kadar çok şey değiştirdiğini burada 2019 yılının Ekim ayında çok net bir şekilde gözlemleme fırsatımız oldu. Daha önce de bahsettiğim gibi o süreçte PKK, ABD halkına hitaben bir açık mektup yazmıştı. Trump'ın yalan iddiasından sonra ve bu mektup ABD basınında çok fazla yayılmış, insanlar gerçekte neler olduğuna dair ilk defa gerçek kaynaktan bir bilgi sahibi olmuştu. Bunun dışında sosyal medyada da sahadan insanı dehşete düşüren teyitli görüntüler art arda gelmekteydi. O dönemde gittiğim eylemlerde katılımının kat ve kat arttığını, katılanların yalnızca Kürtlerden ibaret olmadığını gördüm. Çünkü insanlar artık ABD'nin Suriye'deki Kürtlere saldıran Türkiye'ye destek olduğunu ve bunu Türkiye'nin IŞİD'in Kürtler tarafından yenilmesine misilleme olarak gerçekleştirildiğini net bir şekilde görebilme fırsatı bulmuşlardı. ABD halkı bunun kendilerine öğretilen Amerikan değerlerine uymadığını düşünmüş, yanlış bir politika izlendiğini görmüş, kendi adlarına ve kendilerine bilgi verilmeksizin suç işlendiğinden emin olmuş ve kendi hükümetlerine bunu yapamayacaklarını söylemek için sokaklara çıkmıştı. Her grubun, her topluluğun kendi arasında örgütlenmesi, daha fazla insanın katılmasını ve bilgilenmesini sağlaması ve elbette ki bunun için basının özgür olması gerekiyor. 
 
Batılı devletlerin silah desteği ve yardımı da sıklıkla gündeme gelen bir konu... 
 
 
 Türkiye'ye silah satışı ve güvenlik yardımı derhal son bulmak zorundadır. Bu anlamda da batıda son günlerde daha fazla ivme gördüğümüzü söylemek mümkün. Türkiye'nin Ortadoğu'da yarattığı istikrarsızlaşma durumu ve batının bu duruma göz yumuyor olduğu gerçeği gözler önüne seriliyor.
 
 
Türkiye'ye silah satışı ve güvenlik yardımı derhal son bulmak zorundadır. Bu anlamda da batıda son günlerde daha fazla ivme gördüğümüzü söylemek mümkün. Her geçen gün Türkiye'nin Ortadoğu'da ve oradan hareketle tüm dünyada yarattığı istikrarsızlaşma durumu ve batının bu duruma göz yumuyor olduğu gerçeği gözler önüne seriliyor. Türkiye başka ülkelere saldırmaya, en mazlum halkları terörize etmeye devam ediyor. Bu halklar yalnızca Kürtler de değil. Şengal'de Êzidîler, Azerbaycan karşısında Ermeniler. Türkiye eskiden pek çok katliama uğrattığı, asimilasyona maruz bıraktığı azınlıkları tekrar hedef alıyor. Bu nedenle silah satışlarına dikkati çekmek, batılı devletlere bu çağrıları yapmaya devam etmek bu anlamda örgütlenmeyi güçlendirmek önemli bir adım olacaktır. Çünkü dış destek olmaksızın, aslında siyasi olarak çözülebilecek ve çözülmesi gereken bu meseleyi askeri yolla çözmeye kalkışacak bir yolu olmaz.  
 
Harekete geçmek için hız önemli...  
 
Bu rejime direnen halklarla dayanışma içinde olmak çok önemli. Türkiye'nin içinde HDP gibi, diğer ilerici demokrasi güçleri gibi, Erdoğan rejiminin acımasız baskısıyla ezilmeye çalışılan, topluca tutuklamalara maruz kalan gruplarla, sizler gibi gazetecilerle dayanışma içinde olunması, iletişimde kalınması gerekiyor. Aynı şey Türkiye'nin zulmüne, Türkiye'nin sınırları dışında maruz kalan insanlar için de geçerli. Aynı şey Erdoğan'ın her gün bombaladığı Kuzey ve Doğu Suriye, Federe Kürdistan için de geçerli. Etrafımızdaki herkesi gerçekler hakkında bilgilendirmeli ve her an harekete geçmeye hazır olmak durumundayız. Çünkü bu konuda bilgi sahibi olmamanın bedeli insanların hayatları. Bu anlamda durum ölüm kalım meselesi diyebiliriz.
 
Rojava'da geçirdiğin günlere geri dönecek olursak, oluşturulan yeni yaşam için ne söyleyebilirsiniz?
 
İnanılmaz bir deneyimdi. Beni en çok etkileyen şey insanların ekonomik yoksunluktan, otoriter bir hükümet altında yıllardır yaşamaktan ve başka bir otoriter rejim tarafından istila edilebileceğine dair varolan sürekli tehditten dolayı ne kadar çok sıkıntı çektiğini görmekti. Tüm bunlara rağmen, dünyanın herhangi bir yerinde hiç rastlamadım böyle bir duruma ama insanlar asla yorulmadan, bıkmadan, korkmadan yeni bir yaşam kurmak için sürekli çalışıyorlar ve son derece kararlılar. Hemen hemen tüm büyük şehirleri görebilecek kadar şanslıydım. Kobanê, Qamışlo, Minbic, Rakka gibi kentlerde Kürtlerle, Êzidîlerle, Süryanilerle, Araplarla tanıştım. Hepsi bana bir yandan IŞİD’le savaşırken, bir yandan Türk işgaline direnirken, bir yandan da ellerinden geldiğince bu çatışmalı süreç içerisinde nasıl bir hayat kurmaya çalıştıklarını anlattı. Hepsi o anda gördüklerimin daha başlangıç olduğunu, devrimin henüz tamamlanmadığını söyledi. Bunu duymak, 'devrim' diye tanımlanan olgunun hayata yansımasını gözlerimle görmek benim için çok etkileyiciydi. Tüm bunları gerçekleştirdikleri koşulları düşününce çok daha inanılmaz geliyor insana. Yani 'henüz tamamlanmadı' dedikleri hali bile aslında tüm dünyaya bu gördüğümüzün bir devrim olduğunu anlatmaya yeter. Yani bence öyle. Ama onlar hala eksik kaldıkları yerleri eleştiriyor, neleri geliştirmek istediklerini anlatıyor, nasıl bir siyasi sistem, katılımcı bir demokrasi ve sosyal kurumlar kurmak istediklerini anlatıyor. Ve karşı karşıya oldukları tüm varoluşsal zorluklara rağmen başarabildiklerinin beni ne kadar etkilediğini ne şekilde anlatırsam anlatayım abartıyor olmam. Gerçekte olan biteni gözardı etmeksizin söylemek gerekirse, orada hala çok ciddi sorunlarla karşı karşıya insanlar, ama herkes fedakarlık yapmaya, çok çalışmaya ve bu yeni yaşam için kendi yaşamını feda etmeye hazır ve o özgür yaşamı kuracaklarına inancım tam.
 
Kadın hareketi hakkında gözlemlerini anlatır mısın? Kürt kadın hareketini batı feminizmiyle kıyasladığın zaman nasıl bir çıkarımda bulunuyorsun, ne görüyorsun?
 
Bu harika bir soru. Bu konu üzerine çok düşündüm ve bölgedeki kadınlarla çok fazla konuştum. Evet, batıda çok uzun bir geçmişi olan bir feminizm var ve şimdi hayatta olmayan binlerce kadının emeğiyle ve mücadelesiyle edinilmiş çok önemli kazanımlar var ve bunlar çok, çok değerli. Fakat günümüzde pek çok batılı kadın bu kazanımları bir garanti olarak görüyor ve ilerlemeyi sürdürmek yerine olan bitene kayıtsız kalmayı tercih ediyor. Dünyanın dört bir yerinde hala ezilmeye çalışılan kadınların varlığını unutuyorlar. Kürt kadın hareketinde ise, her ne kadar batının kazanımlarını sahiplenseler de, bu kazanımları geliştirmek ve evriltmek çabası net bir şekilde görülüyor. Hali hazırda kazanılmış olanla yetinmiyor kendi öz güçlerine güveniyorlar. Örgütleniyorlar ve kendilerini ezmek üzerine kurulu tüm sistemleri parçalıyor ve yeniden kuruyorlar. Örneğin Rakka'da Zenobiya Kadın Konfederasyonu adlı bir kadın örgütlenmesi ile buluştum. Bu kadınlar, Kuzey ve Doğu Suriye'nin yakın zamanda kurtarılmış Arap çoğunluk bölgelerindeki tüm özerk kadın konseylerinin bir çatı örgütü. Kendi örgütlerini kurmuşlar çünkü bölgedeki pek çok yerden kültürel olarak daha farklı bir topluluk olduklarını, dolayısıyla da biraz daha farklı sorunları olduğunu düşünmüşler. Eğitim alma hakkından mahrum bırakılan kadınlar için okuma yazma dersleri hatta çocuk bakımı dersleri örgütlemişler. Bunu yeni kazanılmış çalışma ve evinde dışında olma haklarını kullandıkları sırada çocuklarını doğru yetiştirmek için yapmışlar. Bu söylediğim kadın örgütlenmesi IŞİD'in kalesi diye bilinen Rakka'da oluyor. Buna inanabiliyor musunuz? Bu elbette ki Londra'da, Washington'da, Milan'da vs. feminist yürüyüşlere katılmakla aynı şey değil. IŞİD bu kentten çıkalı daha çok kısa bir zaman oldu. Bu kadınlar, daha bir kaç sene önce evden çıkmaya dahi hakları olmayan bu kadınlar,  kadın haklarını garanti altına alan yeni yasaların tasarlanması üzerinde çalışıyor şu anda. Kendi siyasi güçlerini inşa ediyor Yerel Öz Savunma Güçleri'ne YPJ'ye SDG'ye katılıyorlar. Bunu yaparak yalnızca kendi kültürlerini ve çevrelerini değiştirmiyorlar aynı zamanda toplumlarındaki tüm kadınlar için, örgütlü bir destek sistemi sağlamış oluyorlar. Hayatta gerçek bir karşılığı var, bu olanların. Orada tanıştığım tüm kadınlar, Kürt kadın hareketinin kendilerine verdiği ivmeyle fikirleryle yeni bir yaşam kurduklarını ve öncesi ve sonrasının gece ve gündüz kadar farklı olduğunu söylüyor. 
 
 Bu hızlı değişim teoriyle açıklanır mı? 
 
 
 Şu anda Kuzey Ve Doğu Suriye'de bir toplum sözleşmesi yazılıyor. Kitaplardan teoriler okumaya benzemiyor. Bu sözleşmenin tasarısını hazırlayan komite eşit sayıda kadın ve erkekten oluşuyor. Bu hiç birimizin toplumunda olmadı. Eşi benzeri görülmemiş ve bir şey.
 
Çok kısa süre içerisinde bu kadar köklü bir değişimi gözlerinle görmek, kitaplardan teoriler okumaya benzemiyor. Her bir kadın daha çok çalışmaları gerektiğini, daha gidilecek çok yol olduğunu ve erkek egemen sistemin bir gecede yıkılmayacağını biliyor. Ama bu yolda ilerlerken, arkalarında bıraktıkları o karanlık yolun da farkındalar. Şu anda Kuzey Ve Doğu Suriye'de bir toplum sözleşmesi yazılıyor. Bu sözleşmenin tasarısını hazırlayan komite eşit sayıda kadın ve erkekten oluşuyor. Bu hiç birimizin toplumunda olmadı. Ne ABD ne Avrupa'da anayasa yazılırken herhangi bir kadına sorulmadı. Burada çok ileri, daha önce eşi benzeri görülmemiş ve insanı çok heyecanlandıran bir şey oluyor. Bu komite içindeki kadınlar tasarının yazılmasında görev almakla kalmıyor, bölgedeki tüm kadın örgütleriyle, tüm kadın kurumlarıyla görüş alışverişinde bulunuyor ve önerilerini alıyorlar. Bu tasarının kadın haklarını en güçlü şekilde garanti altına alacak şekilde hazırlıyorlar. Bu durumun kendisi bile işte o bahsettiğim sosyal örgütlenmenin bir sonucudur. Nüfusun bütün bu olanları daha önce olsa kabul etmeyeceği kadar muhafazakar olduğu bölgelerdeki kadınları daha güçlü yasalarla donatarak, onlara sorarak, neye ihtiyaçları olduğunu anlayarak bir sosyal değişim yaratıyorlar. Bütün bunları görmek, gerçekten insanın gözlerini dolduruyor. Şu anda pek çok insan orada olan biteni gerçek anlamda bilmiyor ama kısa bir süre sonra batılı kadınlar, Kürt kadınların özgürlük hareketinden çok fazla şey öğreneceklerini farkedecekler. Bu bağlantıyı kurmaları için de yanlarında olmak onlarla çalışmak istiyorum. Çünkü Kuzey ve Doğu Suriye'de kadınlar bu süreci anlatmak istiyorlar, diğer kadınlarla paylaşmak istiyorlar öğrendiklerini ve o kadınlardan da kendi hikayelerini dinlemek istiyorlar. Kürt kadınların elleriyle ördüğü bu sistem, kadın hareketini tüm dünyada bir çatı örgüt haline getirecek.
 
Aynı zamanda “Efrin'in Kayıp Kadınları” adlı projenin kurucususun. Bize bu projeden ve şimdiye kadarki sonuçlarından biraz bahsedebilir misin? 
 
 
 Ancak Türkiye'nin Efrin'i işgalinden bu yana 200'den fazla vakaya ait rapor var. Yalnızca Ekim ayı içerisinde 32 kadın kaybedildi. Daha öncesinde daha da fazlası kaçırıldı. Önümüzdeki günlerde Efrin'in Kayıp Kadınları 2021 yılı raporunu yayınlayacağız.
 
Bu proje üzerine çalıştığım süre içerisinde yüzlerce vakaya denk geldim. Genel olarak yerel insan hakları örgütleri ve haber kuruluşlarının raporları üzerinden ve bizzat kendi kaynaklarımla görüşmeler üzerinden raporlamalar yaptım. Ama bölgedeki medya karartması nedeniyle elimdeki rakamların birebir gerçeği yansıttığını düşünmüyorum. Haberimiz olmayan pek çok vaka olduğundan neredeyse eminim. Ancak Türkiye'nin Efrin'i işgalinden bu yana 200'den fazla vakaya ait rapor var. Yalnızca Ekim ayı içerisinde 32 kadın kaybedildi. Daha öncesinde daha da fazlası kaçırıldı. Önümüzdeki günlerde Efrin'in Kayıp Kadınları 2021 yılı raporunu yayınlayacağız. Yılın ilk on ayında bize ulaşan kayıp ihbarlarındaki kadınların 22'si halen kayıp. Nerede olduklarına dair bir bilgiye ulaşamadık. 10 kadına ulaşılabildi ve serbest bırakıldılar. Bu sene geçen seneye oranla daha az vaka olduğunu tespit ettik ancak ne yazık ki yılın ikinci yarısında kaçırılmalar tekrar artmaya başladı. Daha dün üniversite öğrencisi bir kadının babasıyla beraber Halep'e dönerken kaçırıldığı bilgisini aldık. Bazen bu şekilde aileden bir kaç kişi, hatta tüm ailenin kaçırıldığı vakalar oluyor. Bu kaçırmaların büyük bir kısmı fidye nedeniyle gerçekleşiyor. Türkiye destekli silahlı çeteler tarafından kaçırılıyor bu kişiler ve belli bir fidye karşılığında bırakılabiliyorlar. Fidye bu çeteler için çok önemli bir gelir kaynağı. Bunun dışında yağmalar, hırsızlıklar ve gasp da bu gruplar için önemli gelir kaynakları. Bu durum aynı zamanda yerel halka yönelik de çok ciddi bir zulüm biçimi. Çünkü bu grupların talep ettikleri fidyeler bu bölgede yaşayan insanların ödeyebileceğinden çok fazla. Bu durum aynı zamanda ailelerinden koparılan kadınlar için de çok korkutucu, çok travmatik bir deneyim. Bir aileyi hem maddi hem manevi olarak yıkıntıya uğratıyor. İnsanlar ailelerinden kaçırılan kişileri geri alabilmek için evlerini, tüm mal varlıklarını yok fiyatına satmak zorunda kalabiliyorlar. 
 
Zaman zaman Türkiye’ye de teslim edilenler oluyor...
 
Evet, bir diğer durum ise kaçırılan insanların Türkiye'ye teslim edilerek hapse atılması. Gerçek ve Adalet için Suriyeliler, İnsan Hakları Gözlemevi gibi hak odaklı grupların raporlarına göre SDG ve YPJ savaşçıları tutsak alınarak, Türkiyeli olmadıkları halde, Türkiye sınırları dahilinde hiç savaşmamış oldukları halde, Türkiye'nin yargı yetkisi olmadığı halde Türkiye'ye teslim edilip Türkiye zindanlarına atılabiliyorlar. Elbette ki bi durumun hiç bir yasal dayanağı yok. Yasal dayanağı olmadığı gibi Cenevre Sözleşmesine ve pek çok uluslararası anlaşmaya da aykırı. Her ne kadar bu durumlardaki kaybedilmelerin çoğu savaş esiri olsa da, sivillerin de bu şekilde Türkiye'ye teslim edildiğine dair raporlar mevcut. Efrin'de veya Türkiye tarafından işgal edilmiş başka kentlerde siviller silahlı misiler tarafından kaçırılıp yasal olmayan gözaltı merkezlerinde tutularak Türkiye'ye teslim edilebiliyor. Hatta bu kişilerin bu çete liderlerinin evlerinin bodrumlarında çok uzun sürelerce tutulduğu durumlar dahi oldu. Yıllarca haber alınamayan insanlar var bu şekilde. Bu şekilde gözaltında tutulan ya da Türkiye'ye teslim edilen kişilerin gözaltında işkence, cinsel taciz ve tecavüzüne maruz kaldığına dair elimizde Birleşmiş Milletler ve yerel insan hakları örgütleri tarafından tutulmuş raporlar da var. 
 
Bu konuda BM’nin de çağrısı oldu...
 
 
 Rapor edilen vakaların yüzde 18'i işkence iddialarını içeriyor. Kadınların ifadelerine göre, kaçırmaların yüzde 50'si fidye maksatlı. Her ne kadar suçları direkt olarak işleyen Suriye Milli Ordusu da olsa, bu suç ve ihlallerin Türkiye’yle ilişkili bir şekilde işleniyor.
 
2020 yılında Birleşmiş Milletler Türkiye hükümetine bu kayıpların nerede olduğuna dair bilgi vermesi konusunda çağrıda bulundu ve söz konusu silahlı çetelerin de bu kayıplardan sorumlu olduğunun altını çizdi. Ama elbette ki bu konuda hiç bir şey yapılmadı çünkü Türkiye zaten kendi ülkesinde etnik azınlıklara, siyasi tutsaklara bu tip işkenceler uygulamakla, zorla kaybetmelerle ünlü. Her ne kadar üzücü bir durum da olsa, Türkiye'nin kendi topraklarında kullandığı bu yöntemlerin işgal ettiği alanlarda da karşımıza çıkması hiç şaşırtıcı değil. Her ne kadar bu suçları direkt olarak işleyen Suriye Milli Ordusu da olsa, bu suç ve ihlallerin Türkiye ile ilişkili bir şekilde işleniyor olduğunu aklımızdan çıkarmamamız gerekiyor. Zira bu kayıpların birçoğu bir şekilde, hiç bir yargı yetkisi bulunmamasına rağmen Türkiye hapishanelerinden çıkıyor. Ve yine aynı şekilde, batılı güçlerin de Türkiye'nin canının istediğini yapmasına izin verdiği gerçeğini de göz önünde bulundurmak gerekiyor. Elbette ki bu batılı güçler de biliyor Türkiye'nin şu anda buralarda gerçekleştirdiği şeyin bir işgal olduğunu ve buna izin veriyorlar. Medya karartması nedeniyle bu yüzlerce kadının isimlerini kimse bilmiyor ve bunlar istisnai silahlı çete vakaları olarak kayda geçiyor ama gözle görülen gerçek bu kayıpların son derece örgütlü bir suçun sonucu olduğu. Bu durum cinsiyet temelli, etnik köken ve din temelli işgal atındaki bölgelerde demografik değişime zorlamak için kullanılan bir yöntem. Tek etkilenenler de kayıplar ve kayıp aileleri değil. Bu durum bölgede yaşayan insanlara da bir gözdağı olarak kullanılıyor ve bölgeyi terk etmeye zorlanıyorlar. Ve bu suçun gerçek failleri de, her ne kadar söz konusu kayıplar gayet iyi belgelenmiş de olsa, her zamanki gibi cezasızlıktan faydalanmayı sürdürüyor. Bu yılki istatistiklere daha fazla girersek, rapor edilen vakaların yüzde 18'i işkence iddialarını içeriyor ve bu tür suiistimallerin ne yazık ki yaygın olduğunu gösteriyor. Yine elimizdeki raporlara ve bırakılan kadınların sayılarına ve ifadelerine göre, kaçırmaların yüzde 50'si fidye maksatlı. Bu kaçırmaları gerçekleştiren gruplar genel olarak Ehrar el Şam, Ehrar el Şarkiya, Hamza Tümeni, Sultan Murat Tümeni, Sultan Süleyman Şah Tümeni gibi gruplar tarafından gerçekleştiriliyor. Bunların tamamı Suriye Milli Ordusu'na dahildir. 2019'da Havrin Halef'in katledilmesi de Hamza Tümeni tarafından gerçekleştirilmişti. Ayrıca bu grupların bazı videoları basına yansımış, illegal gözaltı merkezlerinde tuttukları kadınların videoları ortaya çıkmıştı. Aynı gruplar Türkiye Milli İstihbarat Teşkilatı ve Türkiye güvenlik güçleri ile sıkı ilişkileriyle bilinmekte. Tüm bu veriler bize bu olayların rasgele veya münferit durumlar olmadığı, kasıtlı bir Türkiye politikası olduğu gerçeğini gösteriyor. Kadınların hedef alınmasının ise direkt olarak bölgede her geçen gün güçlenen kadın hareketine karşı bir atak olduğunu söylemek mümkün. Çünkü bu bölgede kadınlar artık eskisine göre daha etki sahibi, sosyal, siyasi ve askeri hayatta yer alıyor ve bu kaçırmaları da bunun intikamı olarak düşünmek yanlış olmaz. Bu şekilde kadınlara 'had bildirdiklerini' varsayıyorlar. Toparlamak gerekirse, bu saldırılar özünde kadınların özgürlüğü ve kendi kaderini tayin hakkı için savaştıklarından dolayı onları cezalandırmayı hedefleyen saldırılardır. Bu kaçırmalar Kürtler ve diğer azınlıklara yönelik daha geniş kapsamlı yerinden etme ve etnik temizlik modelinin yanı sıra işgal altındaki bölgelerde devam eden şiddetin en önemli taktiklerinden biri.
 
 Raporunuzu, Türkiye’nin müttefiki ABD ve AB'deki ilgili kurumlarla paylaşacak mısınız?
 
Elbette. Bunlar yanı sıra tüm uluslararası insan hakları örgütleri, sivil toplum örgütleri ve basınla da paylaşacağız. Bu bilginin yeterince yayılması için elimizden gelen her şeyi yapacağız ve bu suçların sorumlularına hesap sorulması için tüm kapıları çalacağız.
 
MA / Gözde Çağrı Özköse