Bir Dersim Hikayesi: Mısır Koçanlarını Kızartan Koku

img

DİYARBAKIR - Çeyrek asırdır cezaevinde olan Nibel Genç’in ilk romanı raflardaki yerini aldı. "Mısır Koçanlarını Kızartan Koku" adıyla okuyucuyla buluşan roman kendini "Romanı olmayan roman karakteri" olarak tanımlayan Ezima’nın ve keçi kılı heybeden çıkan eşyaların öykülerini anlatıyor. 

Notabene Yayınevi tarafından yayımlanan “Mısır Koçanlarını Kızartan Koku” adlı roman, neredeyse çeyrek asırdır cezaevinde olan yazar Nibel Genç’in ilk romanı. Roman 15 öyküden oluşuyor. Her bir öykü tek başına okunacağı gibi birlikte okunduğunda da sürükleyici bir romana dönüşüyor. Keçi kılından yapılmış heybeden çıkan eşyaların ve o eşyalara dokunan insanların öyküleri, zaman zaman romanı yazan Ezima’nın zaman zaman da romanı yaşayan Ezima’nın gözünden okuyucuyla buluşturuluyor. Yazarın ilk romanı olmasına rağmen kullanılan dilin yalınlığı, çeyrek asırdır edinilen birikimin yansıması açısından ve bir senaryoya da dönüşebilecek kurgu tekniğiyle okuyucuya özel bir romanın içinde yolculuğa çıkmış hissi veriyor. Dersim’de Meyman köyünde geçen öyküler ayrıca Dersim’e ve Dersim 1938 tertelesinde yaşananları bugüne taşıyor. Genç, “Eğer bu kitap içimizdeki Ezimalar’a, çocukların masallara inanmalarını imkansızlaştıracak kadar ezici gerçeklerin altında yaşayanlara dokunmayı sağlarsa o zaman köyleri, bellekleri, hayatları yakıp Mısır Koçanlarını Kızartan Koku genzimizi daha az yakar” diyor.
 
ÇEYREK ASIRLIK TARİH BİRİKİMİ ROMANA YOL GÖSTERİYOR
 
1972 yılında Muş’ta dünyaya gelen Genç, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğrenimini siyasi nedenlerle 3. sınıfta bıraktı. 1995 yılında siyasi bir tutuklu olarak cezaevine girdi. Çeşitli cezaevlerinde kalan Nibel Genç, halen Bakırköy cezaevinde kalmaktadır. Yazarın Akdeniz Ülkeleri Forum Yarışması birinciliği yanında, Siya, Mahsus Mahal gibi dergilerde öyküleri, 2012 yılında Notabene Yayınevi tarafından yayınlanan cezaevinden tutukluların yazdığı öykülerden oluşan “Kıyıya Vuran Dalgalar” adlı kitapta bir öyküsü yayınlandı. “Mısır Koçanlarını Kızartan Koku” yazarın ilk romanı olmasına rağmen hayli ilgi gördü. Genç’le cezaevi duvarlarının çok ötesine çıkarak genzimizi romanını ve yazma serüvenini konuştuk.
 
‘ROMANI OLMAYAN ROMAN KARAKTERİYİM’
 
Mısır Koçanlarını Kızartan Koku adlı kitabınız 90’lı yıllarda yakılan bir köydeki eşyaların farklı zaman ve mekânlara uzanan hikâyeleriyle örülen bir roman. Ama kitabın anlatıcı yazarı Ezima “Ben romanı olmayan roman karakteriyim“ diyor. Okuru bekleyen, olmayan bir romanı okumak mı?
 
Bir yönüyle evet. Nasıl ki Ezima küle ve toprağa karışanın hikayesini anlatırken köyü Meyman’ın yokluğu varlığına bakıyorsa, okurun da bir romana yerleşmek istemeyen her bir hikayede şöyle bir görünüp diğerine göçen Ezima’nın yazdıklarını okurken romanın yoklu varlığına baktığı, bakacağı söylenebilir. Ezima kolektif hafızada göçebeliği ile dolaşırken kimi zaman bir kılama dönüşmek isteyen bir dengbêjin kimi zaman bir Ermeni ressamın kimi zaman da anne, babasının sesi olarak hem küle karışanı bir varlığa kavuşturuyor hem de 3 Eylül 1994 günü köyleri yanarken tümüyle bakamadığı kendi batımsız gününü anlatabilmek için hikâyelerden, kurgudan bir yol inşa ediyor. Bu yolda ona eşlik edeceklerden de birbiri ile kesişen birbirini tamamlayan hikâyeleri romana dönüştürmesini istiyor. Savaşların, kırım ve katliamların hayatın her alanına sirayet ettiği coğrafyalarda büyüyen çocuklara dönük bakışlara çoğu zaman yaşananı acıyarak hatırlatan konuşmalar, ahlar vahlar eşlik eder. Ezima’nın da bunlarla sıklıkla karşılaştığını ve bunlardan rahatsız olduğunu tahmin edebiliriz. Bu nedenle anlatım tarzı biraz farklı, suskunluğunun duyulmasını, kıyıda tuttuğunun görülmesini ve diğer hikayelere kendinden kattıklarının birleştirilerek roman karakteri olarak tamamlanmayı, Ezima olarak da yaşadıklarına ağlamadan ahlanıp vahlanmadan anlaşılmayı talep ediyor.
 
Kitabın öyküsü nasıl çıktı? Öyküyü anlatır mısınız?
 
 Yakılan boşaltılan köylere bakarken savaşın sadece savaşanları değil hafızayı, bugünle birlikte geleceği, çevreyi ve de hayatı öldürdüğüne tanık oldum. Tanıklıklar bazı şeyleri görünür kılma isteği yaratıyor, acıyı ve yaşananları nasıl anlatabiliriz sorusunun ardına düşmem yazma arzumla birleşince bu kitap ortaya çıktı. 
 
İlk sorunuzda söylediğiniz gibi bu hikayelerle örülen bir roman. Hepimiz yaşarken hikayeler biriktirip, hikayeler anlatırız. Hem hayatın hem de belleğin dokusunda hikayeler vardır. Bu kitaptaki farklı kişi ve zamanları anlatan hikayelerin ortak paydasını katliam, sürgün, göçertme, şiddetle “soykırım kıskacında“ tutulan toplumlarda yaşayanların kırılmaları, travmaları arayış ve direnme biçimleri oluşturuyor. Bazen tek bir görüntü ve onun bizde bıraktığı izler başlangıcı oluşturur. O yıllarda Dersim'de gerillaydım. Yakılan boşaltılan köylere bakarken savaşın sadece savaşanları değil hafızayı, bugünle birlikte geleceği, çevreyi ve de hayatı öldürdüğüne tanık oldum. Tanıklıklar bazı şeyleri görünür kılma isteği yaratıyor, acıyı ve yaşananları nasıl anlatabiliriz sorusunun ardına düşmem yazma arzumla birleşince bu kitap ortaya çıktı. Gel-gitleri olan, kıvamını bulması zaman isteyen bir süreçti. Hikayeler, sesler, kokular dile gelmek istedi ve kendilerini yazdırdılar.
 
Kitabı yazarken hedeflediğiniz amaç neydi?
 
Tek bir amaçtan ziyade görünür olmasını, dile gelmesini istediğim şeylerden ve birikenin kendini yazdırmasından bahsedebilirim. İktidarın, devlet şiddetinin yarattığı travmaları, kırılmaları genelleşen rakamlaşan acıyı parçalayarak tekil örneklerde farklılıkları ile gösterme isteği bunlardan biriydi. Yakılanın geçmişte ve bugünümüzde anılarımız ve hayatın komik, tuhaf, trajik her hali olduğunu gösterme isteği bunlar hikayeler yazıya akınca metnin sesi olarak belirginleşti. Acıyı nasıl anlatabiliriz? Mağdurun dili kimi tuzaklara düşmeden yazıyla nasıl ifadeye kavuşur, politik olanı edebiyatın dünyasına edebiyatın dilini gölgelemeden nasıl aktarabiliriz? Biraz bunları sorun edinerek uğraştım metinle. Neleri yazacağımız kadar nasıl yazacağımız sorusuna vereceğimiz cevaplar ve bu cevapların hikayelerin akışıyla uyumu da önemliydi. Acıyı seyirlik kılan anlatıma düşmemeye özen göstererek, acının mahremiyetini inşa etmeye çalıştım. Bu roman karakterlerinin talebiydi aynı zamanda, biçimin ve içeriğin aynı bakıştan beslenip aynı şeyleri söylemesi söyleyebilmesi benim için önemliydi. Ne kadarını başardım bilmiyorum ama sorunsallaştırdıklarım bunlardı. Çoğu zaman hikayelerimizi nasıl yazmalıyızı problemleştirmeden, edebiyatın özgün diline yaslanmadan anlatı ve kurgu tekniklerindeki zenginliklerden yeterince beslenmeden yazıyoruz. Nasıl yazmalı üzerine daha fazla eğilmeliyiz.
 
Kitabın adı ilgi çekici adına nasıl karar verdiniz?
 
Kitabın adı hikayeler son şeklini alıncaya kadar bu değildi. Bu ad anlatının içinde Ezima dile gelince doğdu. Romanın “gerçek olanla olmayanın iç içe geçmesi ile başladığı” savlanır. Ad bunu yansıtıyor. Ezima genzini yakan kokunun içinde kokuya dair masallar uydururken ki bazıları da Ezima’ya rağmen oluşur. Sürekli “inanabilir miyim” diye sorar. Gerçek o kadar ezici ve kuşatıcıdır ki bir çocuğun masallara inanması imkansızdır. Yıllar sonra da “gerçek kurmacaya benzerse ağırlığı hafifleyebilir kesinlikleri belirsizleşebilir” der. Bu ad Ezima’nın tümüyle gerçek olanı kurmacaya benzetme arzusundan doğdu.
 
Roman kahramanları  arasında ayrım yapmak zor ama yazarken sizi daha derinden etkileyen bir bölüm ya da kahraman oldu mu? 
 
Karakterler ve onların yaşadıkları sayısız hayata dokunuyor. Anlatının ortaya çıkardığı kimi imgeler, metaforlar tarihi politik-gerçeklerin birer izdüşümü ve benim etkilenmem de  farklı hayatlarla kurduğum bağlardan kaynaklı oldu. Dersim insanının ahlaki vicdanı tavrının Arakelin’in hikayelerinde dile gelmesi, Kürtlüğünden dolayı sürgünde inkar ile ispat arasına sıkışan M. Tahir İskanoğlu’nun delirme arzusund ki direnç, Ezima’nın masallara inanmasını imkansızlaştıran gerçek, ölüm çemberinden kırım yıllarında kurtulanların kendilerine ait hayatı devletin bahşettiği bir giysi gibi giymeleri, Lili teyzenin diline dokunamadığı saklı mutsuzluğu ve daha da çoğaltılabilecek hallerimiz.
 
Kimi edebiyatçılar kurgusu ve kullandığınız dilden kaynaklı kitabınızı postmodern edebiyat örneği olarak yorumluyor. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?
 
Bir çok metin gibi bu metin de farklı okumalara açık. Yazılanların tümü okuma etkinliğini zenginleştiren benim de farklı boyutlara dikkatimi çeken şeyler. Öncelikle teşekkürlerimi iletmeliyim. Ben postmodern edebiyatla özdeşleştirilen dilin ve kimi anlatı tekniklerinin edebiyat tarihinin çok farklı zamanlarında da hikaye anlatıcılığına eşlik ettiğini düşünüyorum. Zaten değerlendirmeler de çok doğrudan bir belirlemeden ziyade “Postmodern sıfatı akla getirecek” nitelemesini yapıyordu, bu da sanırım metnin oyuncul sayılabilecek kurgu teknikleri ile ilgili. Yoksa kendi içindeki bütünlüğünü parçalarını birleştirerek tanımlayan, tekil örnekleri ve farklılıkları kollektif düzlemine yerleştirerek inşa eden metnin felsefi yönden postmodern olarak ifade edilemeyeceği çok açık. Detay ve özel görünenin politik olanla bağını sürekli kurması da onu postmodernin dışına yerleştiriyor. Kişisel görüşümü de böyle özetleyebilirim. Ama bu metnin yazımına postmodern de dahil edebiyat tarihinin ortaya çıkardığı kuramlar ve teknikler üzerine düşünme ve onlardan beslenme eşlik etmiştir. Bu okurluğumuzun ve edebiyat dünyasının zenginliğinin kaçınılmaz sonucu. Her metin diğer metinlerle içeriği ve biçimiyle diyalog kurar.
 
Anlatılan köy Meyman kurmaca olsa da siz onu Dersim’e yerleştiriyorsunuz, bunun nedenleri ve Dersim’in kitabınıza katkısı neler oldu?
 
Anlatılanlar Kürdistan’ın bir çok yerinde yaşansa da anlatı Dersim’in özgünlüğüne çok şey borçlu. Bu nedenle kitabın Dersim’e ulaşmasını çok isterim. Kitaptaki karakterlerin farklılıkları anlatının çoğulcu yapısı bir yönüyle Dersim’in izdüşümüdür. O coğrafyayla kurduğum duygu bağı ve özlem kalemime hep eşlik etti.
 
Bir süre orada kalmam nedeniyle kültürüne, tarihine, coğrafyasına az da olsa aşinalığım var.  İnsanlarının bende bıraktığı izlerin ne kadar derin olduğunu, birikimin yazma ediminin asıl faili olduğunu ben de yazma sürecinde keşfettim. Bu yönüyle katkısı çok fazla. Anlatılanlar Kürdistan’ın bir çok yerinde yaşansa da anlatı Dersim’in özgünlüğüne çok şey borçlu. Bu nedenle kitabın Dersim’e ulaşmasını çok isterim. Kitaptaki karakterlerin farklılıkları anlatının çoğulcu yapısı bir yönüyle Dersim’in izdüşümüdür. O coğrafyayla kurduğum duygu bağı ve özlem kalemime hep eşlik etti. Yeri gelmişken bir konuya da vurgu yapmak istiyorum. İsyan, kırım ve sürgün dönemlerine dönük sözlü tarih çalışmaları, söyleşilerden oluşan tanıklıklar, anı, röportaj tarzı kitaplar edebiyatımız açısından çok değerli kaynaklar. Bana karakterlerin duygu dünyalarını oluşturmada çok önemli katkıları oldu. Böylesi çalışmalar olmasaydı İvrayim'in “Batımsız Gününü” babasının yaşadığı ikilemi, Mehmet Tahir’in inkar-ispat arasına sıkışmışlığı kurgulanamazdı. Ben bu alanlarda emek harcayan yazarlarımıza, tarihçilerimize bu vesileyle teşekkür etmek istiyorum. 
 
 Neredeyse çeyrek asırdır yoksunluklar alanı olarak tanımlanan cezaevindesiniz. Yazmaya nasıl karar verdiniz? Farklı dergi ve kitaplarda bazı öykülerinizin yayınlandığını biliyoruz. Bugüne kadar neler yazdınız ve bundan sonra neler yazmayı planlıyorsunuz?
 
Yazmak aslında birer ham okura dönüştüğümüz hapishanelerde birçoğumuzun zaman zaman hemhal olduğu bir alan birçok arkadaşımızın kitapları çıktı çıkıyor. Maalesef her çalışmanın korunma, dışa ulaşma, yayınlanma imkanı olmuyor. Yazmak benim de kimi zaman yöneldiğim bir alan. Aslında daha önce, “Siste bir Tahterevalli” adlı roman çalışmam olmuştu. Yeniden üzerinde çalışmayı ve biraz da kendi kendimi gözlemleyecek bir pratik olarak belki yeniden yazmayı çok isterim. Kimi projelerim, taslaklarım var senaryo, öykü türünde yazıya akacak kıvama gelirse onları yazmak istiyorum.
 
MA / Ayşe Güney