ANKARA - HDP’nin kapatılma girişimlerine karşı “üçüncü yol” paradigmasına işaret eden Sezai Temelli, “Üçüncü yol paradigması, bir demokrasi seçeneğidir, dünyanın içerisinde sıkışmış olduğu açmazdan bir çıkış umududur” dedi.
Türkiye’de iktisadi şiddettin yoğunluğu, PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın 2013 Newroz’unda “Silahlı direniş sürecinden demokratik siyaset sürecine kapı açılıyor” şeklindeki mesajıyla başlayan çözüm sürecinin iktidar tarafından sonlandırıldığı günden bugüne artıyor. Risk primini ifade eden Türkiye’nin 5 yıllık Kredi Risk Primi (CDS) verileri, 2013 yılında 111 puanla en düşük seviyesindeyken, çözüm sürecinin bitirilmesiyle birlikte Eylül 2015’te 327 puana ve gelinen aşamada 500 puana yükseldi. Yine 2013 yılında 12 bin 480 dolar civarında olan kişi başı gelir, 2020 yılı itibariyle 7 bin 715 dolara düştü. Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verilerine göre, işsizlik 2013 yılında 2 milyon 747 bin iken, 2021 Ocak ayı itibariyle 3 milyon 861 bin kişi olarak kaydedildi. 2013 yılında 7,4 olan enflasyon, gün itibariyle 12,81 olarak sunuluyor. Merkezi bütçe açığı da yine savaş yıllarında ciddi artış kaydetti. 2013 sonu itibariyle merkezi yönetim bütçe açığı 18,4 milyar lira iken, 2020 yılında bu rakam 134 milyar TL oldu.
Son olarak HDP’nin kapatılması için açılan davayla birlikte artan politik riskler, ekonomideki kötü gidişatı hızlandırdı.
Tüm bu sürece karşı üçüncü yol paradigmasını öneren ekonomi-politikçi ve Halkların Demokratik Partisi (HDP) Van Milletvekili Sezai Temelli ile partisine açılan kapatma davası, Kürt sorununun çözümsüzlüğünün ekonomik ve sosyal hayatta yarattığı yıkımı ve çözüm önerilerini konuştuk.
HDP’ye açılan kapatma davasıyla ilgili Anayasa Mahkemesi (AYM) ilk incelemesini bugün yapacak. Neler söylemek istersiniz?
İddianameye baktığınız zaman olabildiğince tutarsızlıklarla dolu, hatta buna iddianame demek bile çok zor. Hukukçular bunu çok açık şeklide dile getirdiler. Bir torba iddianame, aslında her türlü gerçeklikten uzak tüm suçlamalar iddianameye doldurulmuş. Cumhuriyet Yargıtay Başsavcısı adeta bir televizyon muhabiri gibi ya da televizyona çıkan yorumcular gibi yaklaşımla bir iddianame hazırlamış. HDP’yi kapatmak davasına gerekçe oluşturacak gerçek anlamda ne bir suçlama bulabilirsiniz ne de bir delil bulabilirsiniz. Bütün arkadaşlarımızla ilgili ortaya konan iddianamedeki asılsız suçlamalar, bunu işaret ediyor. O zaman bu iddianameye değil, HDP’ye yönelik saldırılar arkasındaki meseleye bakmamız gerekiyor.
Nedir mesele?
İktidar uzun süredir HDP’ye karşı ciddi anlamda bir saldırı gerçekleştirmeye çalışıyor. Kobanê’nin düşmemesi sonrası iktidarın tüm stratejisi alt üst oldu. İktidar böylece ‘Çöktürme Planı’nı devreye koydu. Bu ‘Çöktürme Planı’nın önemli bir kısmı da HDP’ye yönelik saldırılardan oluşuyor. 2016’daki saldırı, yani dokunulmazlıkların kaldırılması, kayyımların atanmasıyla belediye eşbaşkanlarımızın ve milletvekillerimizin gözaltına alınması, tutuklanması ve sonrasında devam eden her seferinde binlerce arkadaşımızın gözaltına alınması, tutuklanmasıyla bugüne geldik. Kapatma davası bir şekilde hep gündemde oldu. Fakat geçtiğimiz ay içerisinde kapatma davası nihayet açıldı. Bu siyasi bir karardır. Bunun siyasi bir karar olduğunu hem biz biliyoruz hem devlet biliyor, hatta bütün uluslararası kamuoyu biliyor. Bunun siyasi karar olmasının altında HDP’nin kendini var eden paradigmayla, aslında bir seçenek üretiyor olmasıyla ilgilidir.
“Üçüncü yol paradigması” sadece Türkiye’deki sıkışmışlığa karşı alternatif mi? Yoksa genel düzene bir seçenek midir?
Üçüncü yol bizim paradigmamız ve HDP’de bu paradigmada önemli bir işleve sahip bir partidir. Bugün bu dava özelinde, yeniden ve daha çok paradigmayı konuşmalıyız. Üçüncü yolu konuşmalıyız.
Üçüncü yol paradigması, Türkiye’de, Ortadoğu’da ve dünyada yaratılan bir demokrasi seçeneğidir. Üçüncü yol dediğimiz; aslında dünyanın içerisinde sıkışmış olduğu açmazdan bir çıkış umududur. Bu Suriye’de de böyledir, Kürdistan’da da böyledir, hatta bütün küresel kapitalizmin içeresine sürüklendiği krizde bir yanıtı vermektedir. Bunun ötesinde Kürt meselesinin çözümü konusunda küresel anlamda siyasetin değiştirebilecek bir müdahaleyi de barındırır. Üçüncü yol bizim paradigmamız ve HDP’de bu paradigmada önemli bir işleve sahip bir partidir. Bu paradigma anlayışıyla da siyasete müdahale ediyor. Bu müdahalesi de tabi ki hem devlet hem bugün ki iktidar tarafından aslında ciddi bir tehdit olarak algılanıyor. Ve bu tehditle HDP’ye yönelik bu saldırılar gerçekleşiyor. Bugün bu dava özelinde, yeniden ve daha çok paradigmayı konuşmalıyız. Üçüncü yolu konuşmalıyız. Dolayısıyla kapatma davasına, saldırılara ve şiddete karşı bizim demokrasi ve barış mücadelemizi biçimlendiren, hattımızı şekillendiren paradigma üzerinden bir karşı koyuşu da gerçekleştirmeliyiz.
HDP’nin kapatılmak istenmesinin altında “iktidarın kendi ömrünü uzatma” yorumları yapılıyor…
Baktığımızda devletin bir rasyonel aklı var. Bugün tartışılacak meselelerden birisi de budur. Aslında Sayın Öcalan’ın tezlerine baktığımızda; çözüm sürecinde olsun, sonrasında dile getirmiş olduğu görüşlerde olsun, devletin aklını kaybetmiş rasyonalitenin karşısına yeniden bir akıl çağrısı, bir buluşma çağrısı ortaya koymuştu. O yüzden o dönem, çok kıymetli bir dönem. HDP’de zaten o dönemdeki misyonuyla önemli bir öncülük gerçekleştirmiştir. Nedir önemli olan şey: Her şeyden önce Türkiye için bir toplumsal barış projesidir. İki, bütün Ortadoğu ve Türkiye’yi de kapsayacak şekilde bir barış projesidir. Bunun ötesinde topyekûn bir demokratikleşme hamlesidir. Tüm bunların bunun içerisinde okuduğunuzda; bugünkü yitik devlet aklına aslında çok önemli bir yol göstericidir. Bir çağrı vardır. Bir buluşma çağrısıdır. İnsanların geleceğine sahip çıkan, ortak yaşamı ortak vatanda demokratik cumhuriyeti dile getiren güçlerden bahsediyoruz. Bu değerli, kıymetli görüşlerden bahsediyoruz. Sorunuza gelirsek; devlet ve iktidar, gerek iktidar meselesini birbirini bütünleyen bir şekilde bu dönemde karşımızda görüyoruz. Yani devlet, devleti oluşturan kurumlar, devleti var eden organizmalar ve bugün ki iktidar arasında tam da bu akıl yetiminin yaratmış olduğu sonuçlar itibariyle; ciddi bir müttefik durum karşımıza çıkıyor. Kürt düşmanlığı, yayılmacı politikalar, emperyalist hevesler Türkiye’de kapitalizm geliştiği savaş sanayisi endekslenmesi, diğer taraftan otoriter bir rejim ile yola devam etme kararlılığı, bütün bunlar tamda bu paradigmanın karşısına dizilenmiş olan bir siyaset anlayışıdır.
Sizce bu akıl yitimi sürdürülebilir olur mu?
Bu sürdürülebilir bir siyaset değil. Bu hem Kürt halkı açısından hem Türkiye halkları açısından hem de bölgenin tüm hakları açısından kabul edilebilir ve rıza gösterilecek bir çözüm asla yaratamaz. Bir siyaset olarak asla kabul edilemez. O yüzden de devlet sürekli çatışma halinde, devlet aslında devlet olmaktan kaynaklı fonksiyonlarını hızla yitiriyor. Toplumun üzerine ceberut olarak çöküyor. Bunun en önemli aracıda bugün ki iktidar, Cumhur İttifakı dediğimiz hükümet edemeyen, topluma Cumhurbaşkanı Hükümet Sistemi’ni adeta dayatan ve giderek de bütün toplumsal desteğini yitiren kadük bir yapıyla yoluna devam etmeye çalışıyor. Bu mümkün değil. Gitmiyor. Treni sallıyorlar ve gidiyormuş gibi yapıyorlar ama gitmediğini biliyoruz. Eğer bu böyle devam ederse, tren devrilir.
Türkiye’nin ekonomik olarak içerisinde bulunduğu duruma ilişkin birçok noktadan değerlendirme yapılabilir ancak birçok parametrenin yanı sıra sizinle özellikle Kürt sorununun çözümsüzlüğü ve bunun ekonomiye yansımasını konuşmak istiyoruz. Güncel olan bir gelişmeyle başlayalım. HDP’ye kapatılma davası açıldığında dolar 6,50’den 8 TL’nin üzerine çıktı. Merkez Bankası’nın faiz arttırmasına rağmen kur yükseliyor. Kurdaki yükseliş ile kapatma davası arasındaki ilişki nedir ve bu riskin bilinmesine rağmen yapılıyor olmasının politik arka zemini nedir?
Ekonomi ile siyaseti birbirinden ayırıp, farklı kulvarlarda olduğunu düşünüyorlar; oysa ekonomi ile siyaset, iç içe ve bütünlüklü hareket eder. Bu birbiriyle bütünlüklü hareket eden bir mekanizmadır. Biz üçüncü yoldan, Kürt meselesinin çözümünden bahsediyorsak; bugünkü ekonomik sisteme de bir alternatif üretiyoruz.
İnsanların kafalarını karıştıran meselelerden bir de bu: Ekonomi ile siyaseti birbirinden ayırıp, farklı kulvarlarda olduğunu düşünüyorlar; oysa ekonomi ile siyaset, iç içe ve bütünlüklü hareket eder. Toplumda zaten bu ikisi ile haşır neşirdir. Yani ekonomik olarak ortaya koyduğu taleplerin, siyaseten bir karşılığı vardır. Siyaseten yapmış olduğu her davranışın, her politik tercihin iktisadi bir yansıması olacaktır. Bu birbiriyle bütünlüklü hareket eden bir mekanizmadır. Biz üçüncü yoldan, Kürt meselesinin çözümünden bahsediyorsak; bugünkü ekonomik sisteme de bir alternatif üretiyoruz. Bir başka ekonomi mümkün diyoruz. Var olan ekonomik sistemde yol aldığınız müddetçe, her şeyden önce demokrasiden uzaklaşmak zorundasınız. Demokrasiden her uzaklaştığınızda ise güvenlik politikaları dediğimiz, aslında baskı politikalarını üretmek zorundasınız. Bu politikalar, toplumu zapturapt altına alabilecek, toplumsal çatışmalardan, savaş politikalarından, düşmanlıklardan, çeşitli nefret, ırkçılıktan ve milliyetçilik söylemlerinden meşruiyetini alıyor. Türkiye bugün bütün çıplaklığı ile bunun fotoğrafını bize sunuyor. Türkiye’nin içinde bulunduğu çatışma, gerilim, iktidarın sürdürmüş olduğu savaş politikaları, aslında Kürt meselesini çözememesinin bir sonucu. Kürt meselesini kapitalist sistem içerisinde bu akılla çözmek mümkün değil. Kürt meselesinin nasıl çözülebileceğinin en büyük göstergesi, bugün için Rojava. O yüzden herkes Rojava’ya karşı. Onun için Rojava’nın etrafında ateş çemberi yaratılmaya çalışılıyor. Türkiye, Suriye, İran ve diğer emperyalist güçlerin Rojava’ya karşı olan düşmanlığı, tepkiselliği, orayı yok sayması, tamda Rojavalıların sürdürmeye çalıştıkları bu ekonomik sistemle alakalı.
Bu ekonomik sistemin çıkış yolu yok. Çünkü kapitalizmin geldiği aşama, bir krizler dönemi aşamasıdır. Yani kriz içinde sürekli bir döngüselliğe girmiş, bu döngüsellikten bir türlü çıkamayan bir sistemle karşı karşıyayız. Bunun en bariz, en açıktan yaşandığı ülke Türkiye. Bunda bu iktidarında ciddi anlamda payı var. Sadece siyasi suçları yok. Bu ülkenin iktisadi suçları da var. Bu suçların iki nedeni var. İlki sarayın finansmanı nedeniyle ortaya çıkmış olan suçları var: İnşaat sektörü, madencilik ve enerji sektörü başta olmak üzere, inanılmaz derece bir talan ekonomisi, belli bir müteahhit grubu üzerinden hortumlanan halkların zenginlikleri saraya akıyor. Beraberinde haksız bir zenginleşme yaratıyor. Devletin, faşizmin kurumsallaşması çerçevesindeki o saadet zincirine eklenmesi sonucunu da doğuruyor. Bugün güvenlik bürokrasinin maaşları ya da onların sosyal güvenceleri bunun en açık örneği. Yargı mensuplarına dağıtılan ayrıcalıklar ve bunların finansmanları da aslında siyasetin ve sarayın finansmanı. Devletin saray etrafına kümelenmesinin bir iktisadı var. Bu iktisat bir toplumsal çöküntü yaratıyor. İkincisi savaşın finansmanı. Bu baskı rejimini sürdürmenin bir yolu da savaş. Düşük yoğunluklu, yüksek yoğunluklu farklı farklı savaş metotları ile sürekli gündemde olduğu bir dönemi yaşıyoruz. Hem Başur hem Rojava’ya dönük hem içeride sürdürülen ‘operasyonlar’ aslında bir savaş politikası. Savaşın finansmanı ise çok yüksek maliyetli bir finansman.
Ülkenin her iki finansmanı karşılayacak kaynağı var mı?
Öyle bir finansmanı yok. Halk yoksul ve işsizlik çok ciddi boyutlarda. Yeterince artı değer ve zenginlik üretilemiyor. Bundan dolaylı da ekonominin çok ciddi açıkları var. Bu açıkları sürdürebilmek adına bazen faiz, kur yükseliyor; Merkez Bankası Başkanı değiştiriliyor, bakan değişiyor… Hep bir yalpalama halindeler ama yeter ki iktidarda kalalım mantığı var. Bu çok daha fazla gidemez. Çünkü Naci Ağbal’ın başa geçmesinden sonra geçici olarak 6 lira 50 kuruşa geçici olarak düşen dolar, orada fazla tutunamayarak, tekrar piyasaların istediği düzeye geldi. Fakat bu sefer yedi puanlık faiz artışı geldi. Hem faiz nedeniyle ilave bir maliyet hem de yeniden artan dolar nedeniyle tekrardan katlanılan bir maliyet söz konusu. Bu da ekonominin bu politikalarla ayakta kalınamayacağının bir göstergesi! İktidar bundan bir ders çıkartıp geri adım atıyor mu? Mesela savaş politikalarından vazgeçip, silahlanmaya yönelik harcamaları kısıyor mu? Belli müteahhitlik projelerinden, lüzumsuz yol yapımlarından, yanlış enerji politikalarından vazgeçiyor mu? Hayır! Neden vazgeçmiyor? Bizim gördüğümüzü görmesine rağmen bundan vazgeçemeyecek bir yere sürüklenmiş durumda. İktidar olmanın algoritması bu kilitlendikleri politikalardır. Bu politikaların ekonomisi de karşımıza bunu çıkarıyor.
Türkiye ekonomisi özellikle sermaye girişlerindeki ani durma nedeniyle 1994, 1998-99, 2001, 2008-2009 ve 2018’de yaşanan ve halen sürmekte olan krize baktığımızda, Kürtlerle savaşın derinleştiği dönemlere denk geliyor. Zira ülke risk primini ifade eden CDS, PKK Lideri Öcalan ile görüşmelerin olduğu 2013 yılında 111 puanla en düşük seviyesinde iken, şimdi 500’lere yükseldi. Bu bağlamda İmralı tecridi ve Kürt sorunun çözümsüzlüğü ile ekonomik kriz ilişkisini nasıl açıklarsınız?
İnsanların toplumda barış beklentileri yükselmişse, en temel mesele kabul edilen Kürt meselesinde çözüm umudu açığa çıkmışsa, ekonomi de kendiliğinden belli bir istikrara eviriliyor. Bu duruma uygun olan kaynakları savaşa değil, toplumun aslında sorunlarını çözmeye yönelik ayırabilme olanağınız çıkıyor.
Söylediğiniz rakamlar bile her şeyi çok açık bir şekilde ortaya koyuyor. Ülkelerin risk değerlendirme ölçülerine göre kaynaklar geliyor ya da gidiyor. Bu sistem çok ciddi açıklar verdiği için her zaman kaynağa muhtaç. Özellikle de ekonomi bu kadar kötüyken… Dışarıdan taşıma suyla değirmeni çevirme peşinde, sıcak paranın, doğrudan yabancı paranın girmesiyle ya da borçlanmaya ayakta durmaya çalışıyor. Bugünkü sıkıntıları geleceğe öteleme peşinde. Kaynakların girmesi için riski düşürmesi lazım. Risk ölçüsü sadece ekonomik verilerle belirlenen bir ölçü değil. Risk ölçüsü belirlenirken, ülkedeki istikrar koşullarına bakılıyor. Politik, iktisadi ve toplumsal olarak istikrarlı bir çizgide devam ediyorsa, risk birimi düşüyor. Çözüm sürecinde bir yere varmasa da o kısa dönemde bile toplumsal barış adına bir toplumsal istikrar yaratılmıştı. Toplum geleceğinden umutluydu ve dolayısıyla kendisiyle barışık bir düzlemde hareket ediyordu. Bu baktığınızda istikrarlı bir durum. Hele geleceğe dair olumlu beklentiler de yükseliyorsa, istikrarın kalıcı gerçekleşeceğine dair bir beklenti açığa çıkar. İkincisi; siyaseten istikrarlı bir siyaset mümkün olabilirdi. Çözüm sürecindeki görüşmelerde böyle siyasi bir anlayış açığa çıkıyordu. Üçüncüsü de ekonomi tabi. İnsanların toplumda barış beklentileri yükselmişse, en temel mesele kabul edilen Kürt meselesinde çözüm umudu açığa çıkmışsa, ekonomi de kendiliğinden belli bir istikrara eviriliyor. Bu duruma uygun olan kaynakları savaşa değil, toplumun aslında sorunlarını çözmeye yönelik ayırabilme olanağınız çıkıyor.
Fakat burada iktidarın samimiyetsizliği söz konusu olduğu için bu dönem sürdürülemedi. Oysa Sayın Öcalan’ın ortaya koymuş olduğu görüşler, bu anlamıyla da ekonomik açıdan da önemli bir açılımı beraberinde getiriyor. Yani toplumsal zenginliğin toplum nezdinde yeniden dağıtılabilmesi için her şeyden önce toplumun sürece müdahil olabildiği, siyasete katılabildiği bir meseleyle yol almak gerekiyor. Bu sağlanabilseydi, o zaman başka bir Türkiye’de bugün konuşmak mümkün olabilecekti. İşte yerel demokrasi dediğimiz meselede bu, kendini çok daha belirgin ortaya çıkartabilir. Oysa iktidar ne yaptı? Hem bu süreci bitirdi hem de yerel demokrasiyi ki bugünkü haliyle çok yerel demokrasi diyemeyeceğimiz diyecek bir anlayışa bile tahammül edemedi, kayyımları atadı. Kayyım atamadığı yer de bile bir kayyım adının hâkim olduğunu yine biliyoruz. Yani halkın siyasete katılımını söz-yetki-karar sahibi olmasını engelledi. Şimdi üçüncü yola tekrar dönersek, üçüncü yolun bir özelliği de bir meclisler ekonomisi. Bir katılımcı ekonomiyi, yani söz-yetki-karar halka denen bir anlayışı ortaya çıkartıyor. Şimdi meclisler ekonomisi, katılımcı ekonomi doğrudan katılım ve temsiliyet, bu açıdan ekonomideki bu türden sıkıntıları aşmaya yönelik de en önemli aslında yolu bize gösteriyor. Yani emekçi sınıfların, işçi sınıfının, köylünün, esnafın bizatihi kapitalist sistemden mağdur olanların mağduriyetini gidermeye yönelik siyaset yapabilme olanağını o meclislerde bulabiliyor. Dolayısıyla sizin bir savaşınız ve sarayınız varsa, böyle köhne bir zihniyetiniz ve ceberut anlayışınız varsa, ekonominizi düzeltmeniz mümkün değil.
“Terörle mücadele” ve milliyetçi histerik söylemlerle toplumun açlık ve yoksulluğa tepkisiz hale getirildiğine dair değerlendirmeler yapılıyor. Katılıyor musunuz?
Her savaş acı getirmesinin yanı sıra ciddi yoksulluk da getirir. Savaş bir yoksullaşma sürecidir. Savaşta ısrar etmek topyekûn yoksullaşmadır. Yoksullaşırken de en çok bedeli emekçiler, kadınlar, çocuklar ödeyecek. Şimdi böyle baktığımızda, kişi başı ortalama gelir üçte bir azalmış. 12 binden 8 bine düşmüş. Şimdi bu ortalamada bir rakam. Böyle baktığımızda, sanki kişi başı 8 bin dolara düşmek olarak anlaşılabilir. Oysa Türkiye’de öyle bölgeler var ki, yıllık ortalama geliri 500 dolar. Türkiye’de öyle mahaller var ki, yıllık ortalama geliri kişi başı ortalama bin doları geçemiyor. Dolayısıyla böyle baktığımızda asgari ücret zaten bugün 2 bin 700 lira, bugünkü dolar kuruyla baktığımızda sadece ve sadece 350 doları bulmuyor bile. Yani yıllara baksanız 4 bin dolar. Asgari ücretin bile, kaldı ki 4 kişilik bir ailede kimse çalışmıyorsa, sadece bir kişi çalışıyorsa, bu bin dolara düşer. Türkiye’de yoksulluk manzaraları çok iç acıtıcı durumda. Türkiye’nin birçok bölgesi bu söylediğim yoksulluk girdabı içerisinde. Bu fakirleşmenin en basit göstergesi… Oysa bundan çok daha öte yoksulluk manzaraları var. Kadın yoksulluğu, çocuk yoksulluğu, açlık, gıdadan yoksun kalma, en temel hizmetlere ulaşamama hali. Kamu hizmetlerinden yararlanamama hali, yararlanılsa bile yeterince nitelikli kamu hizmetine ulaşamama hali. İşte salgın döneminde ortaya çıkan felaketler, belki de bunun en net hali. Dolayısıyla öncelikle yoksullukla mücadele edebilecek bir programınız olmalı. Oysa yoksullukla mücadele edebilecek bir programı bırakın Türkiye’de bulmak bugün yoksulluğu yönetebilecek bir kaynaktan da yoksun kaldık.
Yoksullaştırma strateji üzerinden “AKP’ye bağımlı bir kitle yaratıldığı” da ifade ediliyor. Bu sürecin sonuna mı gelindi?
AKP iktidara geldiğinde, Dünya Bankası’nın en önemli programı olan yoksulluğu yönetme programına sahip çıktı ve çok geniş bir sosyal yardım ağı kurdu. O dönem aslında yoksul kitlelerden çok ciddi bir oy da aldı. AKP bu anlamıyla bir yanıyla kendileri de hep dile getirdiler o yıllar da ama hep yoksulların aleyhine çalıştılar. O günden bugüne yoksulluğu kalıcılaştırdılar, derinleştirdiler, genişlettiler. Kendi oy deposu olarak gördüğü kesimlerle kurmuş olduğu ilişki ve bir sosyal yardımdan çıkıp bir sadaka ilişkisine dönüştü. Ve öyle bir hal aldı ki artık yoksullar yaşama tutunamaz bir noktaya geriledi. İntihar vakalarının nedeni, bu ailelerin parçalanmasının nedeni, bu giderek artan şiddetin en temel nedenlerinden biri artık ciddi anlamda çok derin bir yoksulluğun yaşanması. Ortalama gelir dediğim gibi, sadece bir gösterge. Ama gerçek hayatta karşı karşıya kaldığımız yoksulluk ciddi anlamda hepimizi tahrip eden hem psikolojik hem de diğer duygularımızı olabildiğince çökerten bir şiddettir artık. Ciddi bir iktisadi şiddetle karşı karşıyayız. Bunun müsebbibi bu iktidardır. Artık bu iktidarın uyguladığı ekonomi politikalarına karşı yoksulların örgütlenmesi ve müdahale etmesi zamanı gelmiştir. Aksi halde faşizm ekonomisi bu yoksulları da artık belli bir sürü anlayışıyla ciddi anlamda bir katliamla karşı karşıya bırakabilir.
Yani şunu söylemek istiyorum; bu yoksul kitleleri kendisi için bir külfet olarak görmeye başlayabilir. Çünkü onlara sosyal yardım yapmak onların temel ihtiyaçlarını karşılamak ciddi bir kaynağa ihtiyaç duyuyor ki saray ve savaş buna olanak sağlamıyorsa artık bu kitlelerin bir külfet olarak görür ve bunun altında da çok daha vahim şiddet dalgaları gelebilir.
Ekonomideki risk ve adaletsizlikler ile Kürt sorunu arasındaki ilişki tüm verilere rağmen bazı kesimlerce görmemezlikten geliniyor. Bu tutumu nasıl yorumlarsınız?
Çözüm sürecinde ekonominin gidişatı oradaki ortaya çıkan verilerle bugün Cumhurbaşkanı Hükümet Sistemi denen tekçi anlayış, Kürt meselesi yoktur, Kürt sorunu yoktur diyen iktidarın yaratmış olduğu ekonomik kabusa bakın.
Şimdi bir eğer bir insan kendisine iktisatçı diyorsa, her şeyden önce o ülkenin siyasetine hâkim olmak zorunda. Yani ekonomi politiği çok iyi analiz edebilmek zorunda. Yoksa iktisatçı olamazsınız. Ancak başka bir branşla anılırsınız. İktisatçı o anlamıyla bütün o olan biteni okumakla mükelleftir. Şimdi bu ülkede Kürt meselesi ve bu savaş yokmuş gibi davranarak, iktisadi olarak ortaya çıkan sorunların çözümünü başka bir yerde aramak, aslında çok affedersiniz ama bir aymazlıktan başka bir şey olamaz. Neden? Ya çok uzağa gitmeyin, sadece ve sadece son 6-7 yıla bakın biraz önce konuştuğumuz gibi, çözüm süreci ekonomisine bakın, sonraki gelişmelere bakın. Başka hiçbir şeye bakmayın. İki dönemi yan yana getirin, iki dönem yaşanan gelişmeleri karşılıklı bir analize tabi tutun ve sonuçlarını konuşun. Bu tesadüf olamaz herhalde. Çözüm sürecinde ekonominin gidişatı oradaki ortaya çıkan verilerle bugün Cumhurbaşkanı Hükümet Sistemi denen tekçi anlayış, Kürt meselesi yoktur, Kürt sorunu yoktur diyen iktidarın yaratmış olduğu ekonomik kabusa bakın.
İşsizlik rakamları, enflasyon rakamları, dış ticaret açığı işte ortalama gelir bütün makro ekonomik göstergeler bile size şunu söyler; sen Kürt meselesini çözersen, ekonomi bugün içinde bulunduğu koşullarda olmaz. Demokratik cumhuriyet, yani demokratikleşme, toplumsal barış, siyasi barış hepsi bütünlüklü olarak ele alınarak başarılı olunabilir. Ama siz Kürt meselesini görmezden gelerek ben iktisadi sorunları çözeceğim derseniz çözemezsiniz, çözemiyorsunuz da. Çünkü bu eşyanın tabiatına da aykırı bir şey. Bu ülkenin en önemli meselesi. Kürt meselesi bu tarihsel anlamda da ortaya çıkmış. Siz bunu görmezden gelerek yol kat edemezsiniz. Biz biricik mesele budur da demiyoruz. Bu bütün meselelerin bir arada ele alınabilmesiyle önemli diyoruz. Demokrasi mücadelesi bu yönden önemli. Yoksa salt sorunları birbirinden ayırıp, hepsini birbirinden kopuk ele alan, hatta bunları sıraya koyan bir anlayış olamaz. Bütünlüklü ele almak, ortak bir çözüm üretmek, çok çok kritik bir öneme sahip. Bunu böyle görüyorum.
Bir diğer konu ise bölge illerinde devrede olan askeri ve ekonomik politikalar. Meraların yasaklanması, hayvancılığın bitirilmesi, toplumun tarımdan kopartılması, işsizliğin Türkiye ortalamasın üstünde olması, gelir dağılımı adaletsizliği, eğitim, sağlık alanındaki eşitsizlikler… Bakıldığında bölgede uygulanan ekonomik politikaları nasıl tarif ediyorsunuz?
Devlet şimdi bu sömürü alanını genişletmek istiyor. Sadece içeride değil, Suriye’de de Irak’ta da bütün Kürt coğrafyasında o sömürü halkasını büyütmek ve daha faza kaynağa el koymak istiyor. Hem yer altı kaynaklarına hem yer üstü kaynaklarına…
Bölgenin iktisadi geri kalmışlığı aşağı yukarı 60 yıldır ders kitaplarında. Bölgenin kalkınması hikayesi var. İşte bölgeyi kalkındıracağız, bir sürü teşvik… Bu bölgenin özelliği Kürt bölgesi olmasıdır. Burayı nasıl yönetiyorsunuz? Burayı yönetirken, oranın gerçekten temel ihtiyacını gideren, özgürleştiren, demokratikleştiren bir yerden mi ele alıyorsunuz, yoksa oranın iktisadi kaynaklarının orayı bağımlı kılacak bir şekilde mi kullanıyorsunuz? Bu kadar net! Dolayısıyla Türkiye’nin iktisadi politikaları geçmişte de bugün de de hiç değişmemiş. Zaman zaman şiddetin boyutu artmış ya da azalmış ama hiç değişmemiş. Mesela GAP projesi 1962’de başlıyor. GAP’ın enerji politikaları kadar, sulama politikaları da var. Sulama konusunda ancak yüzde 20’si tamamlanmış. Neden, çünkü bölgenin tarımının gelişmesi istenmiyor. Bugün Türkiye tarımda dışa bağlı. Oysa bölge tarımı gelişmiş olsaydı, değil Türkiye, bütün Ortadoğu’yu çok net doyururdu. Çok verimli topraklar, kimse bunu inkâr edemez. Ama gelişmesi istenmiyor.
Bölgenin hayvancılığına baktığınızda; dünyanın en önemli hayvancılığını yapabilirsiniz. Küçücük Hollanda sizin on katınız kadar hayvancılık güdüyor. Ama sizin meralarınızı, hayvanlarınızı, otlaklarınızı o zenginliğinizi düşünün ve gerçekten buradaki hayvancılığın gelişmesini düşünün ve buna bağlı olarak zenginleşmesini düşünün. Ama bu istenmiyor. İktisadi şiddetin bir boyutu bölgeyi aslında bugünkü anlayışa göre dizayn etmekten geçiyor. Öz kaynaklarıyla kendi kendine yeten ve yöneten bir bölge istenmiyor. Ardında yatan itaat eden ve tekçi anlayış bölgeye hep bu gözle bakmış. Bugün pandemi haritasında bile aynı anlayışı görüyorsunuz. Ölçüm bile yapmamışlar. Ama öncesinde aşıyı tahsis ederken, önceliğini nereye vereceğini gösteriyor. Dolayısıyla kaynaklarda da zenginliğin paylaşımında da hep bölgenin sömürüldüğünü görüyoruz.
Devlet şimdi bu sömürü alanını genişletmek istiyor. Sadece içeride değil, Suriye’de de Irak’ta da bütün Kürt coğrafyasında o sömürü halkasını büyütmek ve daha faza kaynağa el koymak istiyor. Hem yer altı kaynaklarına hem yer üstü kaynaklarına. Dolayısıyla da Kürtlerin vermiş olduğu demokrasi, barış mücadelesi, bu anlamıyla da iktisadi olarak da bir tehdit olarak algılanıyor. Birlikte zenginleşme, birlikte yönetme ortak bir şeyde buluşmak yerine hep kendi merkezine kaynaklarını çekecek bir şeyi bölgeyi savaş yoluyla çekiyor. Kıyamet de burada kopuyor. Bugün emperyalist güçlerin hem Arap halkına hem Kürt halkına hem diğer halklara yapmış olduğu zulümlerin altında da sömürgecilik yatıyor. Sadece kendi bölgesinde içeriye dönük emperyalistleşme değil, dışarıya dönük de hızla harekete geçmiş durumda. Mesela Suriye’ye yönelik hayalleri tam da buna dayanıyordu. Ama bunu Hakkâri, Van, Şırnak’ta da yapıyor. Orada merayı kısıtlamak ya da doğayı kendince tanzir etmek hepsine baktığımızda çok aşırı bir sömürünün bölgenin üzerine çöktüğünü görüyoruz.
GAP’la başlayıp, “cazibe merkezlerine” kadar birçok proje açıklandı…
Savaş nasıl biter? Savaş oraları cazibe merkezi yapmakla bitmez. Sen kayyım atıyorsan, siyasi iradeyi yok sayıyorsan, Kürtlerin en temel haklarına bile asimilasyoncu anlayışla yaklaşıyorsan, savaşın bitmesi mümkün değil.
Bu neredeyse insanlarla alay etmek, onların aklıyla alay etmek gibi bir kavram mücadelesi yaratmak. Kapitalist sistemin içinden bakan her şeyi piyasalaştıran, her şeyi sanki meta haline getiren anlayışın kavramları bunlar. Dolayısıyla orada da her şeyin alınıp satıla bilinirliği ile yaklaşıyorlar. İşte bir cazibe merkezi açacaklar, cazibe merkezlerinin üzerinden herkes daha fazla ticaret yapacak ve herkes daha fazla ticaret yaptıkça iradesinden vazgeçecek siyasi anlayıştan vazgeçecek, hatta ötesi kimliğinden vazgeçecek. Bu böylesi bir proje. Başka projeler de var tabii bunla ilgili baktığınızda, sürekli olarak aslında yeni asimilasyonlar. Yani oradaki insanların iradesini kırmaya yönelik bir şey. Buradaki en önemli bahane; ‘PKK olmasa bak hayat ne güzel olacaktı’ algısı. Savaşın olmadığı bir hayat tabii ki güzel olabilir. Ama savaşı bitirmek gerekiyor. Peki, savaş nasıl biter? Savaş oraları cazibe merkezi yapmakla bitmez. Savaşın bitmesi, oradaki Kürtlerin siyasi haklarıyla ilgili yapman gereken adımları atmaktan geçiyor. Bu kadar basit. Sen kayyım atıyorsan, siyasi iradeyi yok sayıyorsan, Kürtlerin en temel haklarına bile asimilasyoncu anlayışla yaklaşıyorsan, savaşın bitmesi mümkün değil. Savaşı bitirmek için senin gerçekten demokratikleşme ve barış adına bir adım atman gerekiyor.
Buradan çıkabilmenin yolu, işte başka bir iktidar mümkün, bunu bütün devlete, o kurumlar bütünlüğüne yapmamız gerekir. Böyle bir iktidar anlayışına, böyle bir gidişe mahkûm değiliz. Biz bu kurumları da demokratikleştirebiliriz. Ve devletin bu ortak aklını yeniden üretmesini olanak kılabiliriz. Böyle bir siyaset mümkün bunu gösterebiliriz. Bunun için demokrasi adına adımlarına atılması, biraz önce saydım, Kürt meselesi konusunda o yol temizliği dediğimiz meseleyi başarmamız mümkün. Yoksa öteki türlü sürekli olarak bu çatışmanın içine sıkışıp, iktidarın o tek sesine mahkûm kalan bir çerçeve içine sıkışıp kalırız.
MA / Selman Güzelyüz