Ünsaldı: Sokakla eş zamanlı parlamento içi ve dışı bir örgütlülük gerekiyor 2021-02-24 09:18:45 ANKARA - Siyasal eylemlilik halinin bireylerin vicdanlarında yapacakları öznel yargılamalara hapsolmaması gerektiğini söyleyen sosyolog Levent Ünsaldı, “Sınır tanımayan bir şiddet, sokakların elimizden kayışı ve ekranlara gömülmemiz... Sokakların mevcudiyetiyle eş zamanlı olarak, parlamento dışı ve içi bir örgütlülük gerektirir" dedi.  Türkiye tarihinin dönüm noktalarından biri olan 2015 yılındaki “Çözüm süreci”nin sonlandırılmasıyla birlikte yükselen şiddet, yoksulluk, kriz ve belirsizlik hali derinleşiyor. 2019 yılı Mart ayında ilan edilen koronavirüs (Kovid-19) tedbirleri doğrultusunda iktidara yönelik tüm itirazlar, hak arayışları polisiye önlemlerle bastırılıyor. Sokakta kendini ifade eden herkes “terörist” veya “dış güç piyonu” olarak hedef alınıyor. AKP Genel Başkanı Tayyip Erdoğan’ın başında olduğu yeni rejimin uygulamalarını ve toplumsal yansımasını Üniversité de Lille’de çalışmalarını sürdüren sosyolog Levent Ünsaldı’yla konuştuk.     Türkiye toplumu siyasi, ekonomi ve sosyal şiddetle karşı karşıya ancak buna karşı tepkinin cılız kaldığı düşünülüyor. Toplumun reflekslerinin düşük olduğu yönündeki yorumlara katılıyor musunuz?      Bir kısmı bugünkü iktidarın şiddet ve gözdağı hususunda hiçbir sınır tanımamasından kaynaklı, bir diğer kısmı ise daha uzun erimli dinamikler içeriyor. Yargılarda bulunmaktansa, bahsettiğim bu iki hattı deşmekte fayda olabilir.   Toplumsal refleksten kast, kolektif, yaygın ve dirençli bir tepki ise bu esasında birtakım istisnalar ve daha sınırlı bağlamlarda gelişenler hariç, uzun zamandan beri mevcut olmayan bir durum. Sebepleri muhtelif. Bir kısmı bugünkü iktidarın şiddet ve gözdağı hususunda hiçbir sınır tanımamasından kaynaklı, bir diğer kısmı ise daha uzun erimli dinamikler içeriyor. ‘İnsanımız tepkisiz, insanımız şöyle ya da böyle’ türünden yargılarda bulunmaktansa, bahsettiğim bu iki hattı deşmekte kanımca fayda olabilir. İlkin, elbette şiddet. İnsanlar korkuyor ve bu durum gayet anlaşılır. Toplum dediğimiz şey, kendince bir aklı olan, düşünen ve zamanı geldiğinde harekete geçen bir organizma değil. Toplum, fiilen bir dizi kurumsallaşmış pratik, ilişki kurma biçimi ve bunların bağlayıcılığı, sürekliliği, tekrar eden karakteri. Bir düşünür; ‘İnsanları metinlerde değil, iş yerlerinde, sokakta, otobüste, tarlada, fabrikada kavramaya çalışmalı’ şeklinde bir ifade kullanmıştı. Çok doğru. Çünkü insanların neler yapabileceklerini veya yapamayacaklarını anlamak için bu gündelik pratikleri takip etmek lazım. Ne tür bağlamlarda yaşadıklarına, nelere maruz kaldıklarına ve en önemlisi de ne türden eylem repertuarları üzerinden nelere nasıl tepki gösterdiklerine bakmak lazım.    Toplumun kağıt üzerinde analiz edildiğine dair genel bir hata-yanlış mı görüyorsunuz?    Bakmak lazım azizim, evire çevire bakmak lazım! Eğer bu hattı takip edersek, ilk gözlemleyeceğimiz şeyler: Dağınıklık, parçalanma, kendi içine çekilme ve bunları kesen ana hat olarak sokağın neredeyse yok oluşu. Şunu demek istiyorum; eğer ben sizinle şehrin bazı sokaklarında, mekânlarında karşılaşmazsam, ayaküstü bile olsa hasbihal etmezsem, hep gittiğimiz, buluştuğumuz, tanıdıklarla karşılaştığımız sokaklar, mekânlar kalmamışsa, kısacası tekillik hallerine bu kadar sıkışmışsak, ne tür bir kolektif dinamik bizde karşılık bulabilir.   Şiddet ve baskı bu günlerde -genel bir kanı olarak- pandemiyle ilişkilendiriliyor…     Sınır tanımayan bir şiddet, sokakların elimizden kayışı ve ekranlara gömülmemiz… Bahsettiğiniz türden bir direnç ya da tepki, sokakların mevcudiyetiyle eş zamanlı olarak, parlamento dışı ve içi bir örgütlülük de gerektirir.   Pandemiden bağımsız bir durum bu, zira öncesinde de bu türden bir eğilim vardı. Büyük şehirlerde dahi, size bırakılan alan, “bırakılan” kelimesinin altını çizmek isterim, zaten çok sınırlıydı; şimdi bu alanlar da neredeyse yok oldu. Şiddet ve baskı burada da devredeydi. Pandemi ise bu hususta sadece hızlandırıcı bir rol oynadı. Başta Twitter gibi sosyal medya araçları belki bu noktada ikame edici bir işlev gördü; bir tür “hashtag eylemliliği” diyelim buna, elbette sağladığı imkânlar ve sınırlılıklarıyla. Burası çok daha karmaşık, ama en azından, sosyal medyadan yapamayacağı şeyleri beklememek yerinde olacaktır diye düşünüyorum. Hatta tersine, doğası gereği sizi içine çeken, oraya mıhlayan ve meseleleri ekseriyetle “kendiniz”, yoksunluklarınız hatta hınçlarınız etrafında kurduran (zira sadece siz ve bir ekran var ortada) bir tarafı da mevcut. Sınır tanımayan bir şiddet, sokakların elimizden kayışı ve ekranlara gömülmemiz, çok basitleştirmek gerekirse, meselenin ilk kısmı kanımca biraz böyle. Diğer kısmı ise daha uzun erimli dinamiklere dayanıyor. Bahsettiğiniz türden bir direnç ya da tepki, sokakların mevcudiyetiyle eş zamanlı olarak, parlamento dışı ve içi bir örgütlülük de gerektirir. Sizdeki örgütlülük kâh dağıtılmış, kâh sindirilmiş, kâh kendi içerisinde birbiriyle kavgalı hale gelmiş ya da “gereklik kipi muhalefetine” dönmüşse -“olmamalı” türünden ahlaki infiallerden bahsediyorum- ve neticede siyasal eylemlilik bireylerin vicdanlarında yapacakları öznel yargılamalara hapsolmuşsa -tepki gösteriyorum-göstermiyorum, ben gösterdim, sen neden göstermedin, zamanında neredeydin, vs.- çok fazla ileri gidemeyeceğimiz açık olmalı.    Peki nasıl “çok fazla ileriye” gidilebiliriz?    İşte burada, çok uzun zamandan beri gözlemlenen ve neredeyse herkesin mutabık olduğu, biraz klişe olacak ama 1980 darbesinin uzun erimli sonuçlarını görebiliriz. (Esasında daha yerinde bir soru, 80 darbesinden bu yana neden yeni bir örgütlülük alanı kuramadık da olabilir.) Örneğin, son Boğaziçi direnişinden örnek verecek olursak, sendikaların, STK’ların hem olduğu hem olmadığı, siyasi partilerin hem olduğu hem olmadığı bir yerde, bir mücadelede iş, ne yazık ki, bireylerin hamle yapıp yapmamalarına kalır. Bu tür örneklerde de genelde hamle öğrencilerden gelir, bir öğrenci hareketinin sunduğu tüm zenginlik, imkânlar ama sınırlılıklarla da. Zira her öğrenci hareketinin eylem repertuarı ve modelleri, okullara ve ülkelere göre değişmekle beraber, kestirilebilirdir. Hâsılı şunu demek istiyorum, bir haksızlık ya da zorbalık karşısında olabilecek tek tepki, benim sizin veya birkaç arkadaşımızın bir konum alıp almamasına kaldıysa, orada zaten ciddi bir sorun vardır: Korku, örgütsüzlük, dağınıklık, siyasetin bireysel ahlaki-vicdani infiallerle eşlenmesi ve genel olarak da siyaset alanının giderek daralması, araçlarının azalması.   Yazar Nagihan Akarsel’in Yeni Özgür Politika’da yayımlanan “Öcün Gücünü Kuşanmak” başlıklı yazısında, iktidarın An’a şok uygulayarak, acının öfkeye dönüşmesine, sızının yer edinmesine izin vermediğini belirtiliyor. Eğer yer edinirse, acının öce dönüşeceğini ifade ediyor. İktidarların, dünyanın farklı yerlerinde de gördüğümüz bu “şok etkisi” pratiği sürdürülebilir mi?   Bu sorunuz kendi içerisinde birden çok ve ayrı soru içeriyor. Olabildiğince sistematik cevap vermeye çalışayım. İlkin güç, iradenizi karşınızdakine, olabilecek tüm dirençlere rağmen dayatabilme kapasitesiyse -tanım benim değil, M. Weber’in-, şiddet bunun en bilinen ve en etkili yollarından biri ama aynı zamanda, az çok ikrar edilen/gören herhangi bir meşruiyet formunca çerçevelenmedikçe, orta-uzun vadede sürdürülebilirliği de en zor yöntem. Dolayısıyla burada kanımca iki dinamiğe eş zamanlı biçimde tanıklık ediyoruz. Basitleştirmek gerekirse, biraz şöyle bir durum: Sokağın ortasında birini feci bir şekilde dövüyorsunuz, etrafta toplananlara ise o kişiyi hem neden dövdüğünüzü anlatıyorsunuz -bir nevi gerekçelendirme, bütünlüklü olması şart değil-, diğer yandan da, eş zamanlı olarak, bu anlattıklarınıza inanmazlarsa, onların da başına aynı şeyin geleceğini ima ediyorsunuz.    İşte bunda sonrasında birden fazla opsiyon mevcut. İzleyicileri de aynı korku, baskı ve şiddet yöntemleriyle sindirerek anlattığınız hikâyeye -ileri sürdüğünüz “meşruiyet çerçevenize” diyelim- onların da inanmalarını ya da en azından inanıyormuş gibi yapmalarını sağlayabilirsiniz. “Burada Ne Oluyor” başlıklı kitabımda bahsettiğim “muvazaa” türlerinden biri bu. Oldukça yoğun güç kullanımı içerir. Ancak sürdürülebilirlik açısından bu yöntem de bekleneni vermeyebilir. Bundan ötürü izleyicilerle aranızda daha farklı tabiiyet türleri icat etmeniz gerekebilir; diğer bir ifadeyle ‘vermeniz’ gerekir. Fransız antropolog Mauss’un ‘armağan’ kuramında bahsettiği gibi vererek borçlandırmanız gerekir. Makam, gıda yardımı, işe sokma, aracı olma, ihaleler, kısacası her türden “armağandan” ya da bir işi ‘halletme’ usullerinden bahsediyorum. Burada vermek, borçlandırmaktır (şerh: söz konusu olan, kişiselleştirerek vermektir, hatta kişiye özel vermedir. Veren elin soyut bir biçime büründüğü sosyal politikalardan bahsetmiyorum); borçlandırmak ise kontrol altında tutmaktır.   Hatta daha da ilerisinde Reis’i Reis yapan esaslardan birinin, bir çağrısıyla neredeyse ilahi biçimde var ettiği, tüm mevcudiyetini Reis’e borçlu olan, keza faniler dünyasına da yine Reis’in bir kelimesiyle geri gönderilebilecek bu “güruhta" yattığı düşünülebilir. Hâsılı, aranan yetkinlikler doğrultusunda bir göreve “atanan” değil, tam da hiçbir şeyi olmadığı için çağrılan, ancak Reis’in bu çağrısıyla bir anda her şey olan bu "güruhun", hem Reis’in karizmasının yeniden üretiminin hem de kurduğu sistemin en temel güvencesi olduğu söylenebilir. Böylelikle esasında bir yanıyla yine kitapta bahsettiğim ikinci “muvazaa” türüne geçilir. Bunun orta-uzun vadede sürdürülebilirliği daha muhtemeldir. Rejimin kendisi üzerine anlatısı olduğu gibi alınır, mesele artık inanmak ya da inanmamak da değildir. Anlatı, eğer kazanan ya da “nemalanan” taraftaysanız, fiiliyatta bir uzlaşıma dönüşür, hiçbir sorgulamaya artık mahal yoktur, çünkü herkes hem “birbirini”, hem “yerini” hem de bu “yeri” kime borçlu olduğunu gayet iyi bilir.   Sürekli olarak “toplumda çürüme ve yozlaşma başladı” ifadelerine tanıklık ediyoruz. Çok rahatlıkla kullanılan bu kavramlar hangi faktörler neticesinde gündelik hayata giriyor?     Toplumlar elbette değişir ama bu değişimin hangi yönde olduğu üzerine bir sorgulama her şeyden önce normatiftir, ‘ah eski günler’ klişesine kadar gider. Oysa hafıza, o eski günleri bugünden inşa eder, hafıza hep yeniden inşa eder.   “Toplumsal yozlaşma”, “çürüme” gibi ortak kanının boş gösterenlerine hiçbir zaman çok fazla anlam atfetmedim. Bunlar, benim için, “şimdinin gençleri çok saygısız” gibi bir ifadeden ne daha fazla ne de daha az geçerli bir kavrayış. Toplumlar elbette değişir ama bu değişimin hangi yönde olduğu üzerine bir sorgulama her şeyden önce normatiftir, “ah eski günler” klişesine kadar gider. Oysa hafıza, o eski günleri bugünden inşa eder, hafıza hep yeniden inşa eder. Örneğin hafıza, benim kuşağım için 90’ları bugünden yeniden inşa ederken, şimdikine kıyasla görece çeşitliliği ön plana çıkarır ama DGM’leri ya da yakılan köyleri, mafya hesaplaşmalarını unutur. İşin sınıfsal bir tarafı da var tabii. Diğer yandan, eğer “yozlaşmadan-çürümeden”, bazı toplumsal bağların zayıflaması, bazı toplumsal rol kalıplarının etkisini yitirmesi vs. anlaşılıyorsa, bunun için de elde verilerle farklı dönemlerin karşılaştırılması gerekir.   Sizin de yazılarınızda dile getirdiğiniz “En kaotik gözüken bir çevrede bile kendine has bir nizam olabilir” tespitinin Türkiye toplumundaki karşılığını, kendine has nizamı nedir?   Basitleştirmek gerekirse, Türkiye’deki gündelik pratik ve etkileşimlerin zemini şu: Tekinsizlik, şüphe (korku), öngörülemezlik, kaygı, kolla kendini… Yukarıda kısaca bahsettiğim “muvazaa” formları belki de bundan ötürü oldukça yoğun. Zira bunlar, birinci ve geri vitese aynı anda geçebilmeye mahir bir ülkede ve bunun neticesinde ortaya çıkabilecek belirsiz-tekinsiz ve öngörülemez bağlamlarda en uygun “iş bilme ve bitirme” şekilleri. Aynı zamanda bu formlar, süreksizlikler dünyasında sürekli ilke ve konum almaların kaçınılmaz risklerine karşın esaslı bir sigorta sistemi ve riskleri en aza indirebilme yöntemi.   Toplumdaki en belirgin değişimlerden biri de giderek kutuplaşma. Sosyolojik dinamiklerinin bu denli kutuplaştırılmasının yaratacağı tahribatlar ne olur?   Gerek bu genel tekinsizlik ve kaygı bağlamında gerekse de yukarıda bahsettiğimiz şiddetli siyasal dönüşümlerin neticesinde, tüm bunlardan öncelikli olarak ve en yoğun biçimde gençlerin etkilenmesi kaçınılmaz. Kutuplaşma meselesinden ziyade -zira bu hususta diyecek çok fazla şeyim yok, yeterli değilim-, gençleri çok ciddi manada ve haklı olarak kaygıya sürükleyen başka bir gelişimden bahsedebilirim. Elbette gençler derken de sanki homojen bir kategoriden bahsediyormuşuz yanılgısına düşüyoruz. Oysa daha incelikli bir yorum, gençlik olarak addedilen yaş grubu içerisindeki tüm ayrışma ve farklılaşma hatlarını da görmeyi gerektirir.     Ancak her halükârda, gençler özelinde, şu kaba saptamayı bugün yapabileceğimizi düşünüyorum: Eğitim ve toplumsal hareketlilik arasındaki bağın koptuğu inancı. Eğitim ve sınıflar-arası hareketlilik arasındaki ilişki, sosyal bilimlerin en çetrefilli ve yine muhtemelen üzerine en çok yazılmış konularından biridir. Üstelik bu iddia ya da ilke, genel olarak, liberal toplumların kurucu unsurlarından da biridir. Bu husustaki tartışmalar hâlen nihayetlenmiş değil. Ancak Türkiye özelinde, yakın bir zamana kadar, bu tür bir bağın, fiili ya da potansiyel mevcudiyeti hususunda bir uzlaşım vardı. Bu, basitleştirmek gerekirse, en azında alt-orta sınıflar için şunu demeye geliyordu: Okursan -üniversite eğitimi kastediliyor- sınıfsal açıdan ailenin bulunduğu konumdan daha üst bir konuma ulaşabilirsin. Bu bağ bugün tamamen yıkılmış durumda.   TÜİK’in Yaşam Memnuniyeti Araştırması (2020) verilerine göre, 18 ve üzeri yaştaki bireyler mutsuz. Genel anlamda mutsuzluk artırıyor…      İktidar, devlet aygıtının kişileştirilmesi üzerinden devasa tabiiyet ağları ile kendi makbul kadrolarını-vatandaşlarını üretirken, dışarıda kalanlara da ister istemez, kendi içerisinde sorunlu bir kavram olsa da, ‘liyakat’ savunma hattı gerisine çekilmek düşüyor.   Tesis edilmekte olan yeni rejimin, yukarıda kısaca altını çizdiğim ve bir dizi şerhle “neo-patrimonyal” olarak adlandırılabilecek karakterinin, bunu hızlandırdığı da sabit. Geniş kesimlerde gözlemlenebilen “liyakat”, “başarı” hatta “zekâ” vurgusu bu manada bir nevi savunma pozisyonu almaktan ibaret. Zira yakından bakıldığında, bu üç kelimenin birbiri üstüne binerek gönderme yaptığı “meritrokrasi” fikri, esasen, güçlü sınıfsal, kültürel ve dilsel eşitsizlikleri hem gizleyen hem bunları yeniden üreten toksik bir kavramdır. Fakat mevcut iktidar, devlet aygıtının kişileştirilmesi üzerinden devasa tabiiyet ağları ile kendi makbul kadrolarını-vatandaşlarını üretirken, dışarıda kalanlara da ister istemez, kendi içerisinde sorunlu bir kavram olsa da, “liyakat” savunma hattı gerisine çekilmek düşüyor. Neticede, şurası da açık ki, eğitim vasıtasıyla sınıf atlama imkânı -ya da illüzyonu- elinden alınan bir gençliğin ya da gençliğin bazı kesimlerinin, TÜİK’in hesaplarında sadece birer data olmaları dışında, yaşam perspektifleri ellerinden alınmış-çalınmış kanlı canlı insanlar olmaları hasebiyle de, yukarıda bahsettiğiniz türden bir öfke birikiminin en çok gözlemlenebileceği grup olma ihtimali de bana oldukça gerçekçi gelmekte.   MA / Selman Güzelyüz