Av. Şakar: Tecrit hükümetin otoriterleşmesine yol açtı 2021-05-25 09:05:55 İSTANBUL - Savaş siyasetinden vazgeçilmesiyle tecridin aşılabileceğini belirten avukat Mahmut Şakar, “Tecrit ve savaş siyaseti mevcut hükümetin otoriterleşmesine, diktatörleşmesine yol açtı. Buna karşı daha bütünsel, devrimci ve demokratları bir araya getiren bir karşı koyuşa ihtiyaç var” dedi. İmralı F Tipi Yüksek Güvenlikli Kapalı Cezaevi’nde ağır tecrit koşulları altında tutulan PKK Lideri Abdullah Öcalan, aile ve avukatlarıyla görüştürülmüyor. Uluslararası komployla Türkiye’ye getirildiği 1999’dan 27 Temmuz 2011’a kadar belli aralıklarla aile ve avukat görüşme gerçekleştiren Öcalan, bu tarihten sonra 8 yıl boyunca avukatlarıyla görüştürülmedi. Demokratik Toplum Kongresi (DTK) Eşbaşkanı Leyla Güven öncülüğünde cezaevlerinde başlatılan ve binlerce kişinin katılımıyla 200 gün süren açlık grevleri sonucunda, Öcalan ilki 2 Mayıs 2019 olmak üzere 22 Mayıs, 12 Haziran, 18 Haziran ve 7 Ağustos 2019’da avukatlarıyla 5 görüşme gerçekleştirdi. Avukatların, 7 Ağustos 2019’dan sonra yaptıkları tüm görüşme başvuruları ise yanıtsız bırakılıyor.    Cezaevlerinde, Öcalan’a yönelik tecridin sonlandırılması ve artan hak ihlallerini protesto etmek amacıyla 27 Kasım 2020’de süresiz-dönüşümlü açlık grevi eylemi başlatıldı. Ancak eylem 6’ncı ayını geride bırakmasına rağmen talepler karşılanmadı.    Açlık grevlerinin sürdüğü 14 Mart’ta, Öcalan’ın sağlık ve güvenlik koşullarıyla ilgili sanal medyada yayılan kimi iddialar, kamuoyunda endişe ve kaygılara yol açtı. Bunun üzerine Mehmet Öcalan, 25 Mart’ta ağabeyi Öcalan’la telefon görüşmesi gerçekleştirdi. Yarıda kesilen bu görüşme, sadece 4 buçuk dakika sürdü. Kendisiyle kurulan bu kısa temasta sarf ettiği "Devlet de yanlış oynuyor, siz de. Bu hukuki değil, doğru da değil” diyerek, devletin kendisine dayattığı hukuksuzluğa tepki gösteren Öcalan, bu durumu meşru kılmamaları konusunda yine avukatlarını uyardı. PKK Lideri, bir görüşme olacaksa İmralı’da olması gerektiğini vurgulayarak, avukatlarıyla görüşmek istedi.   Uzun yıllar Öcalan’ın avukatlığını yapan Mahmut Şakar, iktidarın Öcalan’a yaklaşımı, yapılan görüşmelerin hangi koşullarda yapıldığı, görüşmelerde Öcalan’ın verdiği mesajlara, bugün görüşmelerin engellenmesine dair Mezopotamya Ajansı’nın sorularını yanıtladı.    Öcalan ile son temas, 25 Mart’ta kardeşi Mehmet Öcalan’la yaptığı telefon görüşmesi oldu. Bu şekilde “kesintili” bir görüşmeyi nasıl değerlendiriyorsunuz?    Birincisi bunu bir aile görüşü ya da telefon hakkının kullandırılması olarak görmemiz mümkün değil. İkincisi, 4 buçuk dakikalık telefon görüşmesi ve görüşmenin kesilmesi, yani bir telefon hakkının dahi kullandırılmaması, İmralı sisteminin mantığını bize veriyor. Yani İmralı sisteminin ne kadar keyfi olduğunu, hangi hakkın ne zaman ve ne kadar kullandırılacağının kurala değil, iktidara bağlı olduğunu ortaya koyuyor.   Geçtiğimiz yıl İmralı Adası’nda yangın nedeniyle başlayan kaygılar üzerine de telefon görüşmesi gerçekleştirildi. Bir yıl sonra sağlık ve güvenlik koşullarıyla ilgili yine telefon görüşmesi gerçekleştirildi. Aile ve avukat görüşü başvurularının reddediliyor yada yanıtsız bırakılıyor. Yılda bir telefon görüşmesi yeterli mi?       Toplumsal tepkinin yükseldiği bu dönemlerde, sistem normal yasada ifade edilen aile ve avukat görüşlerini yaptırmayarak, bir telefon görüşüyle bu toplumsal tepkilerin önünü almak istiyor. Son yıllarda temel siyasetin bu olduğunu söyleyebiliriz. Yılda bir kez kısa telefon konuşması yaptırmak veya aile görüşüne izin vermekle, toplumda gelişen tepkilerini azaltmak, önüne geçmek istiyorlar. Aynı şekilde bu görüşmeler üzerinden İmralı’da tecridin olmadığını, her şeyin normal rotasında geliştiğinin mesajını verdiklerini düşünüyorlar. Sayın Öcalan’ın 2019’da avukatlarıyla görüşme süreci ve daha sonra yapılan telefon görüşmelerinde ortak bir nokta görüyoruz. Bu görüşmeler toplumda tepkilerin yükseldiği bir sürece denk geliyor. 2019’da Sayın Leyla Güven’in öncülük ettiği açlık grevleri sonucu avukat görüşünün önü açılmıştı. Yine dönem dönem İmralı’da deprem, yangın gibi durumların ortaya çıkması üzerine toplumun tepki vermesi sonucunda bu görüşmeler yapıldı. Toplumsal tepkinin yükseldiği bu dönemlerde, sistem normal yasada ifade edilen aile ve avukat görüşlerini yaptırmayarak, bir telefon görüşüyle bu toplumsal tepkilerin önünü almak istiyor. Son yıllarda temel siyasetin bu olduğunu söyleyebiliriz. Dolayısıyla bu görüşmeleri bir hakkın kullandırılması olarak değil de sanki İmralı sisteminde her şey normalmiş gibi göstermenin bir parçası olarak görmek gerekir.   “Kesintili” telefon görüşmesinde, "Devlet de yanlış oynuyor, siz de. Bu hukuki değil, doğru da değil” diyen Öcalan nasıl bir mesaj verdi?    Sayın Öcalan yapılan hukuksuzluğa vurgu yapmak istiyor.  Gerçek anlamda bir adalet ve hukuk talebinde bulunuyor. Burada hukukun gereğinin yapılması, bir hakkın kullandırılmasına yönelik bir talep var. Aslında Sayın Öcalan’ın burada iki yönlü bir eleştirisi var. Hem sistemin yaklaşımını eleştiriyor hem de aileye, avukatlara ve topluma dönük bir mesaj veriyor. Yılda bir yapılan 4 buçuk dakikalık telefon görüşmesiyle, sanki her şey normalmiş gibi, temel hak ve özgürlükler yerine getiriliyormuş gibi durumu kabul etmememiz gerektiğini ifade ediyor. Bunu aile ve avukat görüşlerinin önünün açılması konusunda daha sağlam bir tavır ortaya koymamız konusunda yapılan bir çağrı olarak görmemiz gerekiyor. Bu konuda bir talepte bulunacaksak, herhangi bir pratikten memnun kalacaksak, yılda bir yapılan 4 buçuk dakikalık bir telefon görüşmesinden çok, gerçek anlamda aile ve avukat görüş kanallarının açılması ve herhangi keyfi bir engellemenin olmaması gerekir.   Öcalan’ın topluma çağrı yaptığını ifade ettiniz. Açlık grevleri sonucunda yapılan son 5 görüşmede, PKK Lideri’nin “Derin bir toplumsal uzlaşmaya ihtiyaç var” vurgusu oldu. Öcalan’ın söz ettiği “Toplumsal uzlaşı” neydi, neden önemlidir?     Toplumsal uzlaşı, Kürt meselesinin çözümü konusunda milliyetçiliği aşan, savaş dilini aşan, mevcut iktidarı aşan bir bakış açısıyla mümkün olabilir. Aksi taktirde savaştaki ısrarın getirdiği çürümeyi, parçalanmayı ve kutuplaştırmayı Türkiye yaşamaya devam edecektir. Sayın Öcalan bunu 2019’da ifade etti. Aradan geçen 2 yılda Öcalan’ın bu talebinde ne kadar haklı olduğunu ortaya koyan olaylar yaşandı. Sayın Öcalan’ın o tarihte ifade ettiği şeyler, bugün hala haklılığını ve geçerliliğini koruyor. Mesele sadece Türkiye’nin yönetilmemesi meselesi değil, aynı zamanda toplumda kutuplaşmanın ve parçalanmanın da giderek derinleştiği bir süreçteyiz. Kürt sorunu inkar edildiği ve zamana yayılan bir soykırım yaşadığı için bu süreçleri yaşadık. Dolayısıyla bunların aşılabilmesi için, bir toplumsal uzlaşıya ihtiyaç var. Toplumsal uzlaşının sağlanabilmesi için bu meselede belli adımların atılması, savaşla değil, barışçıl bir çözümün önünün açılması lazım. Toplumsal uzlaşı ancak barışla sağlanır. Buda sadece AKP-MHP’nin değil, kendisine muhalefetin diyen grupların ve partilerin içine girdiği milliyetçilik halinden kurtulmasıyla sağlanabilir. Efrîn’e ve Serêkaniyê'ye yönelik işgal saldırılarında sadece hükümet değil, muhalefet olarak adlandırılan gruplar da bu kurgu içerisinde yer aldılar. Bu yüzden toplumsal uzlaşı, Kürt meselesinin çözümü konusunda milliyetçiliği aşan, savaş dilini aşan, mevcut iktidarı aşan bir bakış açısının ve barışçıl bir dilin yakalanmasıyla mümkün olabilir. Aksi taktirde savaştaki ısrarın getirdiği çürümeyi, parçalanmayı ve kutuplaştırmayı Türkiye yaşamaya devam edecektir.   Öcalan, aynı görüşmelerde sorunların “fiziki şiddet” araçlarıyla değil, “yumuşak güç” ile çözülebileceği önerisinde bulundu. Türkiye’ bu konuda şimdiye kadar nasıl hareket etti?    Sayın Öcalan “yumuşak güç” derken, 2013-15 sürecine de gönderme yapıyor. O dönem Türkiye’nin dışarıyla arası iyiydi, içeride de bir barış havası vardı. Milyonlarca insan Türkiye’de sorunların barışçıl yollarla çözülebileceğine inanmıştı. Bu Türkiye’nin sahadaki etkinliğini de arttırmıştı. Bu süreç Türkiye’nin uluslararası alanda saygın bir güç olabilme ve yapısal sorunlarını çözebilme potansiyeli de taşıyordu. Fakat Türkiye bunu derinleştirmek, daha samimi bir süreç izlemek yerine, süreci baltalayıp “Çöktürme Planı”nı esas alan bir süreç izledi. İçeride ve dışarıda son 6 yılda yaşadığımız korkunç şeyler, bu yeni kararlaşmasının sonucudur.   Öcalan “Demokratik müzakere yöntemi” önerisi yaptığı tarihten sonra savaşın yeniden tırmandığını görüyoruz. Bugünkü koşullarda bunun çözüm olduğunu ifade edebilir miyiz?     Aslında tam da şimdi buna ihtiyaç var. Savaş ne kadar yıkıcı bir noktaya geldiyse, orada müzakereye daha çok ihtiyaç duyulur. Mevcut hükümet bir çözüme gider veya gitmez, ayrı bir mesele ama sorunların barışçıl yollarla çözülmesine en fazla ihtiyaç duyulduğu bir dönemdeyiz. Savaşın giderek yaygınlaştığı, toplumsal yıkımın giderek derinleştiği bir süreçteyiz. Bakın bunu sadece Kürdistan coğrafyasında yaşanan olaylardan anlamıyoruz. İktidara destek veren, savaşçı, milliyetçi politikalarına destek veren Türk toplumunun kendisi de yıkıma uğradı. Belki Türkiye tarihinde hiç olmadığı kadar yoksulluk derinleşti, sınıfsal ayrımlar bu kadar derinleşti, insanlar açlıktan intihar eder noktaya geldi. Bu anlamda toplumun yaşadığı derin çöküntünün nedeni de bu savaş. Zaten Erdoğan’da bunu açıklıyor. ‘Paraların nereye gittiğini biliyor musunuz?’ diyor. Dolayısıyla bu tercihten dönebilmek gerekiyor.    Bu nasıl sağlanır?      Türkiye halklarını bu çöküşten kurtarabilecek barışı ve demokratik çözümü esas alan bir buluşmaya ihtiyaç var. Eğer muhalefet, topluma yoksulluğun da intiharların da temel sebebinin bu savaş siyaseti olduğunu anlatabilirse, hükümetin savaş siyaseti de geriletilebilir. Hükümeti barışa zorlayan bir güce ihtiyaç var. Kim kendisini nasıl tanımlıyorsa tanımlasın, kimse Kürtlere karşı verilen savaşın sonuçlarından kaçamıyor. Türkiye’de ne hukuk ne adalet kaldı. Her şeyiyle çöküşe doğru giden bir Türkiye gerçekliği var. Buradan kurtulmanın yolu, bu çöküşün nedenini doğru tahlil etmek. Buda savaşçı, inkarcı, anti Kürt siyasetin sona ermesidir. Dolayısıyla barışçıl ve demokratik müzakereyi esas alan bir siyaset ve dil üzerinden birleşmek lazım. Bu sadece Erdoğan karşıtı bir buluşma değil, Türkiye’nin gerçek çözümü olan, Türkiye halklarını bu çöküşten kurtarabilecek barışı ve demokratik çözümü esas alan bir buluşmaya ihtiyaç var. Bu biraz genelleşirse, iktidar da savaşı bu kadar sürdürmeyebilir. Ki bunu zaten görüyoruz. Efrîn işgal edilirken ki toplumsal havayla, Garê’ye yönelik operasyondaki toplumsal havanın aynı olmadığını bizde görüyoruz. Toplum tam bir tepki koymasa da eskisi kadar destek vermiyor. Bunun sonuçlarını görüyoruz. Bunu topluma iyi ifade etmek lazım. Eğer muhalefet, topluma yoksulluğun da intiharların da temel sebebinin bu savaş siyaseti olduğunu anlatabilirse, hükümetin savaş siyaseti de geriletilebilir.   “Savaş siyaseti” dediniz, bu durum bir kez daha Federe Kürdistan Bölgesi’nin Zap, Avaşîn ve Metîna bölgelerine yönelik operasyonla sürüyor. Öcalan’ın sınır ötesi operasyonlar konusunda daha önce yapmış olduğu değerlendirmeler ve belirlemeler var, bugün de geçerliliğini koruyor mu?    Sayın Öcalan 1993’ten beri çok istikrarlı bir şekilde bunun siyasetini ortaya koyuyor. Barışı ve demokratik çözümü esas alan ve verilen savaşın da ne kadar anlamsız olduğunu sürekli ortaya koyan bir çizgiyi yürütüyor. Zaten Sayın Öcalan ile şuan görüşülürse, kendisi de bu savaşların çözüm olmayacağını bir kez daha söyleyecektir. Sınırlı olarak yapılan avukat ve aile görüşmelerinde zaten bunları dile getirmiştir. Sayın Öcalan esareti öncesinden de söylemişti. Bu saldırılar PKK’ye kısmi olarak zarar verilebilir ama yok edilemeyeceği çok açık. Sayın Öcalan’la yapılan bir görüşmede de “Ben PKK’yi bilirim, yenilmezdir” demiştir. Dolayısıyla PKK’nin bu tür askeri operasyonlarla yenilemeyeceği 40 yıllık süreçte ortaya çıktı. Çok daha zayıf olduğu dönemlerde yapılan operasyonlardan sonuç alınamadı. Bugün bu kadar güçlü olduğu bir süreçte yapılan sınır ötesi operasyonlarla sonuç alınamayacağı ortadadır. Sistem de bu tür operasyonlarla PKK‘yi bitiremeyeceğini biliyor ama buradaki amaç Kürdistan’ın her üç parçasına da yerleşmek. Bunu demin anlattığım “Çöktürme Planı”nın bir uygulaması olarak görmek gerekir. Güney’de sürekli yeni üsler kuruyor. Güney Kürdistan’ı siyasal ve ekonomik olarak kontrol altına almakla birlikte, askeri olarak da denetlemek istediği bir süreci yaşıyoruz.   Öcalan’ın özelde Türkiye, genelde Ortadoğu’da yaşanan krizlere dair çözüm önerileri neler?      Sayın Öcalan’ın formüle ettiği temel sorunlara karşı bir çözümü var. Bu Rojava’da da vücut buldu. Sayın Öcalan, paradigmasıyla hem yerel gericiliğe hem de emperyal müdahaleye karşı “Üçüncü bir yol” sunmuş oldu.  Sayın Öcalan’ın her zaman üzerinde konuştuğu ana konulardan biri Ortadoğu olmuştur. Kürt meselesini her zaman hem Ortadoğu bağlamında hem de küresel bağlamda ele aldı. Bu anlamda Ortadoğu siyasetini, toplumunu, kültürünü analiz etmek, Ortadoğu’nun bir parçası olan Kürdistan meselesini analiz etmek, buna bir yorum getirmek için önemli. Aslında Sayın Öcalan’ın Kürdistan üzerine düşünceleri, biraz da Ortadoğu üzerindeki düşünceleriyle birlikte yürüyor. Bunun zirveye çıktığı çalışma, Sayın Öcalan’ın son 5 ciltlik savunmasıdır. Bunun bir cildi sadece Ortadoğu’ya ayrıldı ama onun dışında tüm ciltlerde ve İmralı’daki görüşmelerde bu tür vurgular var. Bu vurguların ana noktası kapitalist modernite dediği, küresel sistemin Ortadoğu’ya dayattığı adeta bir deli gömleği gibi giydirmek istediği ulus devlet ve milliyetçilik anlayışın Ortadoğu’nun bugünkü sorunların nedeni olduğudur. Tarihsel anlamda batıda gelişen ulus devlet fikrinin Ortadoğu zeminine uygun olmadığı, Ortadoğu’nun tarihsel ve toplumsal gerçekliğinin bu kadar iç içe girmiş etnik ve dinsel kimlikleri ulus devlet olarak ayrıştırmasının yıkıma yol açtığını ifade etmiştir. Bu yüzden demokratik ulus fikrini geliştirdi. Yani tüm kimliklerin bir arada yaşayabileceği bir ulus stratejisine ulaştı. Bunun da siyasal modeli olarak da Demokratik Konfederalizm’i formüle etti. Zaten Rojava devriminin kendisi Sayın Öcalan’ın Ortadoğu için düşündüklerinin bir modeli olarak hayat buldu.   DAİŞ karşısında o kadar güçlü devletler duramazken, neden Kürtler durabildi? Çünkü Ortadoğu’da hem kapitalist moderniteye hem de DAİŞ gibi siyasal İslamcının ortaya koyduğu modelleri aşan alternatif bir modele sahipti. Kazanan Sayın Öcalan’ın formüle ettiği düşüncenin kendisi oldu. Elbette direniş önemliydi ama bunlarda bir ahlaki ve felsefi temel üzerine inşa ediliyor. Bu nedenle Sayın Öcalan’ın formüle ettiği temel sorunlara karşı bir çözümü var. Bu Rojava’da da vücut buldu. Sayın Öcalan, paradigmasıyla hem yerel gericiliğe hem de emperyal müdahaleye karşı “Üçüncü bir yol” sunmuş oldu. Geçmişten farklı olarak bunu sadece teoride tartışmıyoruz, bunun bir Rojava pratiği de var. Bu pratikte Öcalan’ın merkezi bir rolünün olduğunu ifade etmek gerekir.   Yine bu görüşmelerde Öcalan, “Ben bu gün dışarda olsam Sur’a giderim çöp toplarım, selam verip selam alırım” eleştirisinde bulunmuştu. Bununla siyasete ve demokratik kitle örgütlerine verilmek istenen mesaj neydi?    Ben bunu önemli buluyorum. Bu bence demokratik siyasetin nasıl yapılması gerektiğine ilişkin bir çağrıdır. Yani siyaset ve siyaseti neden yaptığınız önemlidir. Yani kişinin politika yapma tarzı, o politikayı hangi nedenle yapmasıyla bağlantılı. Eğer siyaseti ya da sivil çalışmaları bireysel çıkarınız için yapmıyorsanız, halk için yapıyorsanız, bu demokratik siyasetin kendisidir. Demokratik siyaset halk için yapılan siyasettir. Dolayısıyla Sayın Öcalan, siyasetin hem halkı esas alan hem de emeğe dayalı olduğunu söylüyor. Sayın Öcalan verdiği örnek buna işaret ediyor. Aslında hepimize “Dışarıda olsam demokratik siyaseti, halk için siyaseti ve emeği esas alan, bireysel çıkardan arındırılmış bir demokratik siyaseti esas alırım” diyor. Kürt siyaseti geçen süreç içerisinde oldukça büyüdü ve oldukça geniş bir etki alanına da kavuştu. Bununda getirdiği yer yer sıkıntılar da oldu. Dolayısıyla bu eleştiriye karşı yanıtını da ortaya koyuyor. Kendi siyaset pratiğinin halkı esas alan bir pratik olduğunu vurguluyor. Eğer bu siyasetin pratiği yapılabilirse, o zaman halkın kendisi de sivil toplum kuruluşlarını, siyasi partilerini ve kurumlarını da daha güçlü sahiplenir. Demokratik siyasete olan inanç da güçlenir.   Avukatları başta olmak üzere birçok siyasetçi, Öcalan’ın tecrit konusunda devletten bir beklentisinin olmadığını, tecridin ancak toplumsal zemindeki örgütlenmeyle kırılabileceğini ifade ettiğini söyledi. O halde tecridin kırılması için neler yapılmalı?     Tecrit sistemiyle Kürt meselesinin geldiği nokta arasında da bir bağ var. Kürtlere yönelik savaş siyasetinden vazgeçilmesi, tecridin aşılmasına alan açabilecek. Bu açıdan tecridi Kürt meselesinin diğer yanları gibi mücadele edilmesi gereken olgular olarak görmek gerekir.  Tecrit bir devlet siyaseti olduğu için elbette devletten beklenerek aşılacak bir şey değil. Dolayısıyla devleti bu siyasetten vazgeçirecek bir tutum içerisine girmek lazım. İmralı’daki tecrit sadece Türkiye’nin değil, Avrupa’nın da etkisinin olduğu bir tecrit. Sayın Öcalan’ın 1999’da esaretinden hemen sonra İmralı’ya Avrupa’dan bir heyet geliyor ve İmralı sistemine onay veriyor. Yer yer CPT ve benzeri kesimler bu durumu eleştiriyorlarsa da bunu sisteme yönelik bir eleştiriden ziyade sistemin biraz daha iyileştirilmesine yönelik eleştirileri orada görmek lazım. Yoksa Sayın Öcalan’ın İmralı Adası’nda tutulması konusunda bir fikir birliği var. Bu açıdan bu siyasetin aşılması için güçlü bir reflekse ihtiyaç var. Sadece devlete bırakılacak bir yaklaşım yok ortada. Tabi tecrit sistemiyle Kürt meselesinin geldiği nokta arasında da bir bağ var. Kürtlere yönelik savaş siyasetinden vazgeçilmesi, tecridin aşılmasına alan açabilecek. Bu açıdan tecridi Kürt meselesinin diğer yanları gibi mücadele edilmesi gereken olgular olarak görmek gerekir. Bu nedenle demokratik örgütlenme çok daha güçlü ortaya konulmalı. Buradan elde edilecek olumlu bir gelişme bütün alanlara da yansıyacaktır.   Öcalan’ın durumu sadece Kürtleri ilgilendiren bir durum değil. Bunu bu şekilde görmemek gerekir. Elbette 10 milyondan fazla insan geçmiş yıllarda ve zor koşullarda “Öcalan’a irademdir” diyerek imza topladı. Bu Kürt halkının eğilimi yansıtıyor. Bu açıdan Kürtlerin daha fazla sahiplenmesi doğaldır ancak Türkiye’deki devrimci ve demokratların, Avrupa’daki devrimci ve demokratların da insan hakları savunucularının da temel gündemi olması gereken bir meseledir. Pek çok konuda bu kesimlerin yetersiz de olsa tavır aldıklarını ve söz söylediklerini görüyoruz. Ama tecrit söz konusu olduğunda, benzer bir yaklaşımın sergilenmediğine tanık oluyoruz. Bu mesele sadece Kürtlerin meselesiymiş gibi ele alınmaması lazım.   Sayın Öcalan’a yönelik inşa edilen sistem, 15 Temmuz’dan sonra tüm Türkiye’de yaygınlaştırıldı. Biz bunu hep ifade ettik. İlk başta İmralı’da devreye konuldu ama şuan Türkiye’deki tüm cezaevleri oradan esinlenerek yeniden düzenlendi. Tecrit ve savaş siyaseti mevcut hükümetin otoriterleşmesine, diktatörleşmesine yol açtı. Eğer başlangıçta tecride ve Kürtlere yönelik saldırılara ses çıkarılsaydı, bugünkü sonuçları yaşamazdık. Ama ses çıkarılmadığı için bunun üzerinden oluşturulan tek adam sisteminin sonuçlarıyla karşı karşıya kaldılar. Bu mesele sistemin otoriterleşmesine yol açan bir olgu olduğu için de herkesin meselesi olması gerekir. Bu konuda eksiklikler var. Burada daha bütünsel,  devrimci ve demokratları bir araya getiren bir karşı koyuşa ihtiyaç var. Tecride karşı böyle bir araya gelinirse, daha güçlü sonuçlar alacağımıza inanıyorum.   MA / Ferhat Çelik