Göral: Geçmişle hesaplaşma ancak politik mücadeleyle olur 2021-09-07 09:47:04 İSTANBUL - Akademisyen Özgür Sevgi Göral, cenazelere yönelik saldırıların “devlet şiddetinin sınırlarına” dair çok şey söylediğini belirterek, yargı mekanizmasının işlenen bu suçlarda ana aktörlerinden biri olduğunu söyledi. Ermeniler, Kürtler, Rumlar ve Aleviler başta olmak üzere farklı etnik yapı, inanç ve dinsel topluluklar, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş sürecinden itibaren tekçi kodlarla inşa edilen ulus devletin hedefi oldu. Türk olmayan farklı toplum kesimleri, gayri nizami harp yöntemleriyle soykırımlardan geçirildi. Özellikle “faili meçhul” dönemi olarak ifade edilen 1990’lı yıllarda binlerce insanın polis, asker ve JİTEM gibi paramiliter yapılarca kaybedilmesi ve katledilmesi hala hafızalarda. Büyük acılara ve yıkımlara neden olan bu politikalar, cumhuriyetin künyesi haline geldi.    “Öteki” sayılan halk, topluluk ya da bireylere yönelik kabulsüzlüğün ölü bedenlere işkenceye kadar varmış olmasıyla kendisini gösteren ulus devlet sistematiğinin diğer bir yüzü ise, işlenen bu suçların faillerinin “cezasızlık” zırhlıyla korunması. Başvurulan şiddet yöntemleri ile onun etkisini daha da büyüten adaletsizlik hali, son birkaç yıldır bu alanda çalışan sivil toplum örgütlerinin doğmasını sağladı. Yaşanan hak ihlallerine ilişkin hakikatlerin ortaya çıkması, toplumsal hafızanın güçlenmesi ve ihlallerden etkilenenlerin adalete erişmesine katkı sağlama amacıyla yola çıkan Hafıza Merkezi bu çalışmaları yürütenlerden biri.    Yıllardır zorla kaybedilme ve cezasızlık politikası üzerine çalışmalar yapan Hafıza Merkezi Yönetim Kurulu üyelerinden akademisyen Özgür Sevgi Göral, bir devlet politikası olarak sürdürülen şiddet, zorla kaybetme, ölü bedenlere işkence, cezasızlık ve tüm bunlarla toplumsal yüzleşme ihtiyacına dair sorularımızı yanıtladı.    Zorla kaybetme politikası neden devreye sokuldu, devlet bu yöntemle neyi hedefledi?     12 Eylül 1980 darbesinden sonra sistematik bir biçimde uygulanan zorla kaybetme suçunun en yaygın biçimde 1990’lı yıllarda Kürt savaşının özgül bir şiddet mekanizması olarak kullanıldığını akılda tutmak gerekir. Bugün insan hakları örgütlerinin verilerine bakarsak Türkiye’de kaybedilenlerin büyük bir kısmı hala mezarsız durumdadır.    Çoğunlukla yakınlarının çabaları sonucu bedeni/kemikleri bulunan küçük bir azınlık haricinde, kaybedilen kişinin bedeni/kemikleri ailelerine usulüne uygun şekilde teslim edilmemiştir. İşkence ve kötü muamelenin ağır izlerini taşıyan bu bedenler, bulundukları zamanlarda ise ağırlıklı olarak yol kenarlarında, köylerin dışında kullanılmayan arazilerde, askeri bölgelere yakın boş arazilerde, su kuyularında, lağım çukurlarında ve inşaatlarda bulunuyordu. Kaybedilenlerin bedenleri, faillerin ceza almayacaklarına duydukları büyük güvenin bir sonucu olsa gerek, kolayca bulunabilecekleri bu yerlere üstünkörü bir şekilde bırakılmışlardı. Bedenlerin daha küçük bir kısmı ise, ailelerin muazzam çabaları sonucu, Kürdistan’daki ve Türkiye’nin farklı yerlerindeki kimsesizler mezarlıklarında bulunmuştu.   Zorla kaybetmeler ve ölülere yönelik şiddet, dünyanın geri kalanında bugüne dek kendisini nerelerde ve hangi biçimlerde gösterdi?   Kaybetme ve ölüye eziyet biçimlerinin çoğunlukla etno-politik çatışmalarda ya da sömürgecilik karşıtı hareketlere karşı yürütülen savaşlarda kullanıldı... Hukuk sahasını ırkçılık ve sömürgecilik meselelerini esas alarak yeniden düşünmeye sevk etmeli.   1994’ten 2009’a kadar aralıklı olarak süren Birinci ve İkinci Çeçen Savaşı’nda Rusya Federasyonu güçleri silahlı savaşanları ya da onlara lojistik destek verdiğini ileri sürdükleri sivilleri kaybetmiş, kaybedilenlerin bedenlerinin büyük kısmı hala bulunamamış, bulunanlar ağır işkence izleri taşıyan bedenlerin büyük kısmı toplu mezarlara ve boş askeri arazilere gömülmüşlerdir. Cezayir Bağımsızlık Savaşı’nın sonuna doğru, 1961 yılında aktif olan Fransız kontrgerilla örgütü L’Organisation de l'armée secrète (OAS) pek çok kişiyi Cezayir’de benzer şekilde kaybetmiştir. Kaybedilen sömürgecilik karşıtı FLN militanlarının veya destekçilerinin de bedenlerine sıklıkla ulaşılamamıştır. Ulaşılan bedenler ağır işkence izleri taşır, bulunan bedenler ise ya toplu mezarlara atılmışlar ya da Kürdistan örneğine çok benzer bir biçimde boş askeri arazilere, yol kenarlarına, su kuyularına, inşaatların içine üstün körü şekilde bırakılmışlardır. Dolayısıyla Kürt savaşı bağlamında da uygulanan kaybetme ve ölüye eziyet biçimlerinin çoğunlukla etno-politik çatışmalarda ya da sömürgecilik karşıtı hareketlere karşı yürütülen savaşlarda kullanıldığını ileri sürebiliriz. Bu durum bizi, hem zorla kaybetmeler hem de ölülere yönelik farklı eziyet biçimlerine bakarken soyut bir ‘hukukun üstünlüğü’ çağrısı yapmak yerine, hukuk sahasını ırkçılık ve sömürgecilik meselelerini esas alarak yeniden düşünmeye sevk etmeli bence.   Türkiye örneğinde yaşananlara benzer başka ülkeler var mı?   Türkiye örneğinin, özellikle de bu suçun Kürt savaşı bağlamındaki işlenme biçiminin daha çok Çeçen Savaşı ve Cezayir Bağımsızlık Savaşı bağlamındaki işlenme biçimlerine benzediğini düşünüyorum. Bunu pek çok kez de ifade etmeye çalıştım. Zorla kaybetme deyince akla gelen ilk örnek olan Arjantin ile hem suçun işlenme biçimi, hem kaybedilenlerin sembolik olarak kapladığı yer, hem de faillere yönelik yaklaşım bakımından çok fazla bir benzerlik olmadığı kanısındayım.    Nedenini biraz açabilir misiniz?   Zorla kaybetme suçunun, tıpkı diğer ölü bedenlere yapılan işkence suçları ve cezasızlık politikaları açısından olduğu gibi, hangi siyasi bağlamda gerçekleştiği çok önemli. Arjantin gibi darbe sonrası durumlarda işlenen kaybetme suçlarının ve ölü bedenlere yapılan işkence ve eziyetin toplumun büyük kısmı tarafından eleştirilmesi ve kabul edilmemesi daha mümkün. Türkiye gibi etno-politik çatışmanın yaşandığı, kayıplara ve ölülere yönelik eziyetin belirli bir etnisiteyi hedef alan ve sömürgecilikle iç içe geçmiş bir biçimde icra edildiği formlarda ise hem zorla kaybetmeler ve ölülere yapılan işkenceler daha kolay kabul edilebilir hale geliyor hem de suçun etrafında çok sert bir ‘cezasızlık rejimi’ inşa ediliyor.   Zorla kaybetme politikaları bugüne dek binlerce ölüme yol açtı. Bu suçları işleyenler ise ya hiç yargılanmadı veya yargılansa da beraat ettirildi. “Cezasızlık politikası” nasıl işliyor?     Zorla kaybetme de dahil olmak üzere yasadışı ve keyfi infazlar gibi devlet görevlilerinin fail olduğu suçların, Kürt savaşı çerçevesinde en yoğun olarak işlendiği dönemlerden biri olan 1990’lı yıllar boyunca failler neredeyse hiç yargılanmadılar. Kayıp yakınlarının aralıksız yaptıkları şikayetler Kürdistan’ın çeşitli illerindeki savcılıklar eliyle en iyi ihtimalle hasıraltı edildi. Kimi zaman ise savcının şikayet dilekçesini yırtıp atması ya da kişileri şikayetçi olmaması yönünde tehdit etmesi gibi örnekler yaşandı. Dolayısıyla 1990’lı yıllar boyunca Türkiye’de yargı aygıtı, özellikle hakimler ve savcılar, sistematik bir biçimde devlet suçlarının korunması, faillerin cezasız kalması ve bu suçların üstünün örtülmesi bakımından aktif bir biçimde rol aldı. Kürt çatışmasının devam eden on yılları içinde, sadece ordu ve emniyet güçleri değil, yargı da bir bütün olarak özellikle Kürdistan’da işlenmiş savaş suçları ve insanlığa karşı suçlar bakımından çok büyük bir katılıkla devlet suçlarını işleyen failleri kollamış ve cezasız kalmaları için aktif çaba sarf etmiştir.   Yargı kurumu cezasızlık politikasında hangi konumda, nasıl bir rol oynuyor?    ‘Hukukun üstünlüğü’ ve ‘bağımsız yargı’ gibi taleplerle zorlanan yargı sahasının, Kürdistan’da işlenen devlet suçları bakımından bir bütün olarak ve çok katı bir şekilde cezasızlık politikasının yapısal ana aktörlerinden biri olduğunu ortaya koyar.   Burada iki noktaya dikkat çekip bırakacağım. Birincisi; bu dosyaların açılma ve kapanma biçimi. Türkiye’de insan hakları savunucuları tarafından da ‘hukukun üstünlüğü’ ve ‘bağımsız yargı’ gibi taleplerle zorlanan yargı sahasının, Kürdistan’da işlenen devlet suçları bakımından bir bütün olarak ve çok katı bir şekilde cezasızlık politikasının yapısal ana aktörlerinden biri olduğunu ortaya koyar.   Belki başka suçlar bakımından görece bir alan bulunabilecek yargı sahasında bu suçlar bakımından açılabilecek alan neredeyse yok denebilecek kadar kısıtlıdır. İkinci nokta ise, bu davaların açıldığı ve iddianamelerinin hararetle yazıldığı dönemde bile dosyaların savcıları ve hakim heyetleri dosyalarda inceledikleri yerel JİTEM yapılarını birbiriyle ilişkilendirmediler. Her dosyadaki JİTEM yapısı, Cizre’de, Kızıltepe’de, Derik’te, Yüksekova’da her biri ayrı birimler olarak ele alındı. Dolayısıyla devlet suçlarının bütün Kürdistan çapında politik bir konseptin sonucu olarak birbiriyle ilişkili olarak tezahür ettiği gerçeği bu dosyalar kapsamında en azından seyreltilmiş ve zayıflatılmış oldu.        İşlenen bu suçların, bir dönem devlet içi güç ve nüfuz çatışmasında kullanılmasına tanıklık ettik. Bu süreç işlenen suçları görünür kılıp, faillerden hesap sorulmasına uzanabilir miydi?    2007 sonrasında, özellikle Ergenekon ve Balyoz iddianamelerinin hazırlanmasından sonra bu iddianamelerde hükümete karşı darbe örgütlenmesine gitmekten yargılanan sanıkların bir bölümü hakkında 1990’lı yıllarda Kürdistan’da işledikleri suçlar nedeniyle bireysel olarak ceza davaları açılmaya başlandı. Bu davalar siyasi bir konjonktürün sonucu olarak açıldı. AKP hükümetinin Gülen Cemaati ile işbirliği yaptığı dönemde izledikleri ‘askeri vesayeti geriletme’ stratejisinin bir parçasıydı. Öte yandan da Kürt meselesinde görece farklı bir çizgi izlemeyi de kolaylaştırabilecek bir alan açma beklentisine dair bir boyutu da vardı. Fakat çözüm sürecinin bitmesi ve 2015 sonrası çok daha sert bir devlet şiddetine geçişle birlikte bu dosyaların sanıkları birer birer beraat etmeye başladı. Dolayısıyla işledikleri suçlardan aklandılar. Dosyalarla ilgili daha etraflı bilgiye www.failibelli.org sitesinden ulaşılabilir.    2014 yılı sonrası mezarlara ve ölü bedenlere yönelik saldırılara sık sık tanık olduğumuz bir süreç oldu. Ekin Wan (Kewser Eltürk) yakın zamanda yaşanan örneklerden biri. Bu süreci nasıl değerlendiriyorsunuz?   Bu yeni siyasi konjonktürde iktidar, Kürt toplumunun cenazeleri ve mezarlarıyla iki düzeyde uğraşıyor. Birincisi, bir şiddet ortamı sahneleyerek ve cenazelere yapılan saldırıyı görünür hale getirerek bunu yapıyor.  Örneğin; Aysel Tuğluk’un annesi Hatun Tuğluk, Taybet İnan, Ekin Wan, Hacı Birlik, Bitlis’in Garzan Mezarlığı'ndan çıkarılan kemiklerin kutulara konularak Kilyos Kimsesizler Mezarlığı’na gömülmesi çerçevede düşünülebilir.    Daha az sahnelenerek uygulanan, kısmen daha görünmez kalan ve Medeniyetler Beşiğinde Yakınlarını Kaybeden Ailelerle Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği’nin (MEBYA-DER) raporlarından ve çalışmalarından takip edebildiğimiz gerilla cenazelerine yapılan sistematik saldırılar söz konusu. MEBYA-DER’in raporlarına göre; son yıllarda cenazelerin Adli Tıp Kurumları’nda aylarca bekletilmesi, verilen cenazelerin dini ve kültürel vecibeler yerine getirilmeden, devletin kolluk güçleri gözetiminde zorla defin işlemlerinin yapılması ve mezarların ve özellikle de mezar taşlarının tahrip edilmesi yaygın bir biçimde görülüyor. Tüm bu devlet şiddeti gösterisi, Kürt toplumunun PKK ile ilişki kurmuş kesimlerinin göreceği muameleye, devletin gerilla bedenlerini nasıl tanımladığına, Kürt meselesi ekseninde yaşanan çatışmaya bakışına ve devlet şiddetinin sınırlarına dair çok şey söylüyor.    Bazı ülkelerde benzer süreçlerin ardından yüzleşmelerin yaşandığı örnekler de söz konusu. Bu örnekler hangi dinamikler üzerinden işledi. Kürt meselesiyle ilgili sıklıkla Güney Afrika örneğinden söz ediliyor. Sizce de bu örnek yerinde mi?    Tüm bu devlet şiddeti gösterisi, Kürt toplumunun PKK ile ilişki kurmuş kesimlerinin göreceği muameleye, devletin gerilla bedenlerini nasıl tanımladığına, Kürt meselesi ekseninde yaşanan çatışmaya bakışına ve devlet şiddetinin sınırlarına dair çok şey söylüyor.   Güney Afrika’dan Arjantin’e, Yunanistan’dan Şili’ye geçmişle hesaplaşmanın yaşandığı ve yoğun devlet şiddeti içeren dönemden sonra ‘demokratikleşme’ yoluyla yeni bir rejim inşa etmiş pek çok örnek var elbette. Burada birkaç parametre önemli bence. Birincisi sistematik devlet şiddetinin yaşandığı dönemin niteliği. Darbe sonrası geçmişle hesaplaşmada başka dinamikler işlerken sömürgecilik/ırkçılık temelli etno-politik çatışmalardan sonra başka dinamikler işliyor. Bunun en tipik örneği Güney Afrika olabilir. Türkiye’de sık sık geçiş süreci ve yüzleşmenin olumlu örneği olarak anılan Güney Afrika pek çok açıdan son derece tartışmalı bir örnektir.   Yüzleşme sürecinde Apartheid döneminin sistemik ırkçılığının ekonomik ve tarihsel kökenlerinin derinlikle ele alınmaması, oluşturulan hakikat komisyonunda faillerin af karşılığı konuşması ve özellikle de Apartheid belirli bir grup insanın mülksüzleştirilmesi, kapatılması, emeğinin militarize edilmesine dayalı bir işgal ve mülksüzleştirme tarihiyken, oluşturulan tüm giderim mekanizmalarının bireysel zarar üzerine kurulmuş olması nedeniyle Güney Afrika örneği eleştirildi.    İkinci parametre nedir?   Geçmişle hesaplaşma süreçlerinin nasıl yaşandığına dair ikinci parametre ise, politikanın ve politik hareketlerin bu süreçlerde oynadığı kritik rol. Burada yine geçmişle hesaplaşmanın model ülkelerinden biri olduğu ileri sürülen Almanya örneğini vermek isterim. Nazi deneyimiyle hesaplaşmak konusundaki tavrını Afrika’daki sömürgeci geçmişine karşı göstermemesi bir yana Almanya’nın 68 hareketleri olmasaydı faşizm geçmişiyle de ne şekilde hesaplaşacağı oldukça tartışmalı. Örneğin, 1950’li yılların Almanya’sına bakarsak son derece sınırlı sayıda failin yargılandığı Nürnberg yargılamalarından sonra Nazilerin ve işbirlikçilerinin pek çoğunun yeni toplumda kendilerine rahatça yer edinebildiğini görürüz. Geçmişlerinde işledikleri suçlar yokmuşçasına üniversite, yargı ve bürokrasinin pek çok kademesine kolaylıkla yerleşmişlerdi. Üstelik Soğuk Savaş döneminin kesif anti-komünizmini, Nazi ideolojisinden de çok iyi bildikleri için, belki de en iyi dile getiren ve pratiğe döken kadrolar olmuşlardı.   Eğer 68 hareketlerinin radikal soluğu, küçük bir azınlığın yargılandığı ve bir yönetim tekniği olarak soğuk savaş ideolojisine uygun bir biçimde depolitize edilmiş geçmişle yüzleşme retoriğini alıp gerçek ve devrimci bir politik program bağlamında yeniden dile getirip sokak eylemliliklerinin içine yerleştirmeseydi, Almanya’da geçmişle hesaplaşma meselesi son derece sınırlı kalacaktı. Almanya’da ve pek çok Avrupa ülkesindeki 68 hareketlerinin militanları savundukları politik talepler manzumesine babalarının suçlarıyla hesaplaşmayı da koymuşlardı ve babalarının en temel suçu Nazi ya da Nazi işbirlikçisi olmalarıydı. Dolayısıyla hem genelde aile kurumuna hem de kendi ailelerine karşı verdikleri politik mücadelenin içine faşizmin suçluları, işbirlikçileri ve destekçileriyle hesaplaşma sorununu yerleştirip geçmişle hesaplaşma alanının politik içeriğini genişlettiler.   Türkiye'de gerçek bir yüzleşme nasıl mümkün olabilir?   Tam da bu nedenle geçmişle hesaplaşmanın sınırlı sayıdaki yönetim tekniklerinin elinde apolitik ve soğuk savaş konsensüsünün ideolojik sınırları içinde bir yönetim aleti olarak kalmasını engelleyen şey politikanın kendisiydi. Bu mesele politik mücadelelerin ve ezilenlerin elinde bir mücadele aracı olmasaydı, geçmişle hesaplaşma mekanizmalarının bugünkü çeşitliliğinden, yaygınlığından ve etki alanından söz etmek mümkün dahi olmayacaktı. O nedenle Türkiye örneğinde bir gün herhangi bir geçmişle hesaplaşma pratiği olacaksa bu pratiğin ancak politik örgütler, taban hareketleri, kayıp yakınlarının öz örgütlülükleri, sömürgecilik ve ırkçılık karşıtı hareketler gibi yapıların yapacağı politik müdahalelerle anlamlı bir sonuç verme ihtimaline sahip olduğunu düşünüyorum.    MA / İdris Sayılgan