Uysal: Komplo amacına ulaşmadı, Öcalan kazandı 2021-10-07 11:08:40 HABER MERKEZİ - Uluslararası komplonun amaçlarına ulaşmadığını belirten Öcalan’ın avukatı Newroz Uysal, "Amaçlananın tersine Öcalan’ın Kürtler üzerinde, Ortadoğu’da yaşanan sorunların çözümü üzerinde ve dünyada gittikçe artan kabul edilebilirliği aşan bir liderlik pozisyonu oldu" dedi.  Küresel güçlerin ortaklığıyla 9 Ekim 1998’de Suriye’den çıkarılarak, 15 Şubat’ta Türkiye’ye teslim edilen PKK Lideri Abdullah Öcalan’a yönelik uluslararası komplo 23’üncü yılı geride bıraktı.“İmha” edilmesi planlanan komplonun ilk adımını boşa çıkaran Öcalan, 23 yıldır özel olarak dizayn edilen İmralı F Tipi Yüksek Güvenlikli Cezaevi’nde ağır tecrit koşullarında tutuluyor. İmralı’da tutulduğu süre boyunca uluslararası komplonun neden ve sonuçlarını çözümleyen Öcalan, buna karşı demokratik çözüm ve barış ısrarını Demokratik Modernite alternatifiyle ortaya koydu.      Her fırsatta demokratik çözüm ve barış ısrarını ortaya koyan Öcalan, tecridin giderek ağırlaştırıldığı 23 yıl boyunca sesinin duyulması engellendi. 27 Temmuz 2011’den sonra avukatlarıyla görüşmesi engellenen Öcalan, bu süre zarfında ailesiyle de sayılı görüşme gerçekleştirebildi. 2013 ile 2015 yılları arasında “çözüm” adı altında yürütülen süreçte İmralı Heyeti Öcalan ile görüşmeler gerçekleştirse de aile ve avukat görüşüne dönük engellemeler kalkmadı. Demokratik Toplum Kongresi (DTK) Eşbaşkanı Leyla Güven’in tutuklu bulunduğu Diyarbakır E Tipi Cezaevi’nde başlattığı ve 200 gün süren açlık grevi eylemi sonucunda, avukatları 8 yıl aradan sonra 2-22 Mayıs, 12-18 Haziran ve 7 Ağustos 2019’da müvekkilleri Öcalan ile görüşme gerçekleştirdi. Ancak Öcalan, yapılan bu 5 görüşmenin ardından bir daha avukatlarıyla görüştürülmedi.    Öcalan ile 2019 yılında 5 görüşmede yer alan Asrın Hukuk Bürosu avukatlarından Newroz Uysal ile uluslararası komplonun amaçları, sonuçları ve yansımaları ile İmralı tecrit koşullarını, hak ve hukuk örgütlerinin buna karşı yaptıkları başvuruları konuştuk.     Öcalan’a yönelik komployla amaçlanan neydi? Öcalan neden hedef alındı?     Komplo, Sayın Öcalan’ın Kürtlere ve Ortadoğu’ya yönelik ortaya koyduğu ‘Demokratik Ortadoğu Projesi’ ile ABD ve yine küresel güçlerin Büyük Ortadoğu Projesi’nin (BOP) karşı karşıya getirilmesinin, buna ikan edememenin bir sonucudur.  Komployu anlayabilmek için öncesi yaşananlara, gelişim sürecine bakmak lazım. 1 Eylül 1998 ateşkes ve barış çağrısı öncesi gerçekleşmesi, Suriye’den çıkıştan teslim sürecine kadar aktif olarak süreç içerisinde yer alan CIA ve MOSSAD ile uluslararası devlet yetkililerinin açıklamalarına bakılması, Sayın Öcalan’ın Türkiye’ye getirildikten sonra yargılama sürecine bakılması gerekiyor.  En önemlisi Sayın Öcalan’ın bilhassa kendisinin bu konudaki düşüncelerine ve analizleri açıklayıcıdır. Hepsini bir araya getirip baktığımızda, komplo Sayın Öcalan’ın Kürtlere ve Ortadoğu’ya yönelik ortaya koyduğu ‘Demokratik Ortadoğu Projesi’ ile ABD ve yine küresel güçlerin Büyük Ortadoğu Projesi’nin (BOP) karşı karşıya getirilmesinin, buna ikan edememenin bir sonucudur. Asıl olan, Sayın Öcalan’ın hegemonik güçlerin dünyayı kendi çıkarları doğrultusunda dönüştürme amaçlarına çok net bir şekilde karşı çıkmasıdır. Temel amaç Sayın Öcalan şahsında ortaya çıkan mücadele gücünün, Ortadoğu’da uluslararası devletlerin istediği politikaların aksi yönünde politika üretmesine dur demekti.    Komplonun 1998 öncesi var mı?    Sayın Öcalan’a yönelik Mayıs 1996’da gerçekleştirilen suikast girişimi var. Bu suikast sonrası Sayın Öcalan’ın öldüğü haberleri dahi servis edilmiştir. Öncesinde de Sayın Öcalan’ın çıkarılmasıyla ilgili yürütülen diplomatik faaliyetler var. Sayın Öcalan’ın Suriye’den çıkmasını zorunlu kılan, Türkiye’nin askeri ve diplomatik anlamda yürüttüğü çok ciddi bir baskı hali var. NATO’nun tatbikat yaparak Suriye’ye dolaylı güç gösterisi, çeşitli ikili devletler arasında veya istihbari anlaşmalar ve bunun sonucunda gerçekleşen bir komplo var. Buradaki temel amaç, Sayın Öcalan şahsında iradeyi kırmak, bu gücü, bu iradeyi teslim alarak, istediği gibi yönlendirebilmekti. Bu denli yoğun uluslararası güçlerin dahiliyeti Kürtlerin sadece Kürtlerin değil bölgesel ve dünya güçleri için önemini göstermektedir.     Öcalan, Suriye’den çıkarılmasıyla Türkiye’ye teslim edildiği süreci “Çarmıha gerilme” olarak değerlendiriyor. 9 Ekim’den 15 Şubat’a nasıl bir süreç gelişti?    Sayın Öcalan, Atina savunmasında 9 Ekim’de Şam’dan çıkıp Atina’ya varışından, Kenya’dan Türkiye’ye teslim edildiği 4 aylık süreçte, an be an takip edildiğini hem hukuki hem diplomatik hem askeri hem ekonomik girişimlerle, tehditlerle ve şantajlarla kimi devletlerin ikili, kimi devletlerin çoklu uluslararası tek bir amaca hizmet ettiğini, komplo sürecinde adım adım istenmeyen insan ilan edildiğini ifade etti. Sayın Öcalan, Hz. İsa gibi çarmıha gerildiğini ve bu çarmıha gerilmenin ilk çivisinin Moskova’da, ikinci çivisinin Roma’da, üçüncü çivisinin Atina’da, dördüncü çivisinin ise Nairobi’den Türkiye’ye teslim edilişi ile çakıldığını, Yunan Adası’nda tek başına tutulma sürecini de felsefi anlamda Prometheus gibi İmralı kayalıklarına çivilenme olarak ifade etti. Tarihsel olarak ele aldığı bu süreci, içerisinde ihaneti barındıran, aynı zamanda hakikat yolculuğunda halklar lehine barış ve demokrasi çabasına karşılık intikamcı bir geri dönüş olarak ifade ediyor. Kendisine biçilen role karşı çıkan bir Öcalan’a reva görülecek şey fiziki olarak yok edilmesiydi. Öncelikli istenen Asıl istenen buydu. Ancak komplonun gelişimi, siyasi ve halkın sahip çıkması, Sayın Öcalan’ın soğukkanlı yaklaşımları bu hesabın değiştirilmesine sebep oldu. 4 çivinin ardından Sayın Öcalan 22 yıldır çarmıha gerilme halinde tutarak İmralı Cezaevi’nde tutuluyor. Tecrit bir yönüyle budur.    Aylar süren “pazarlıklar” ardından Öcalan neden Türkiye’ye teslim edildi? İmralı Cezaevi sistemine bakıldığında, Türkiye’ye nasıl bir rol verildi?      Öcalan; “Komplo yada benim Türkiye’ye iade edilmem süreci bir neden ise, İmralı Cezaevi bir sonuçtur” değerlendirmesinde bulunuyor. Ve sonuç nedenden bağımsız olarak düşünülemez.  Fikriyatta bir kişinin iradesini teslim alma yöntemlerini uygulayan bir güç var karşımızda. Sayın Öcalan bu noktada Yunanistan’a taşeronluk, Türkiye’ye ise bekçilik rolü verildiğini ifade ediyor. İmralı’nın ilk kurgulanışından bu ana kadar, tamamen Sayın Öcalan’ın ifadesiyle ‘tabutluk’ ya da ‘Zamana yayılan bir ölüm’ olan fiziki, ruhsal ve iradi bir çürüme amaçlandı. Temelinde böyle bir amaç olan cezaevinin kurgulanışı da ortaya çıkardığı sonuç, uygulamalar da değişmeyecektir. Sayın Öcalan; “Komplo ya da benim Türkiye’ye iade edilmem süreci bir neden ise, İmralı Cezaevi bir sonuçtur” değerlendirmesinde bulunuyor. Ve sonuç nedenden bağımsız olarak düşünülemez. Ve neden günümüzde hala güncelliğini koruyorsa, sonuçta aynı şekilde güncelliğini tecrit ile koruyor.    İmralı’da uygulanan ağır tecrit koşulları komplonun bir devamı mıdır?    İmralı Cezaevi’nin tek kişilik cezaevi olması, askeri cezaevi olması, Türkiye kanunlarına göre Adalet Bakanlığı’nın izni ve idaresiyle değil siyasi, politik ve bilhassa istihbarat güçleri tarafından ortaya çıkarılan bir protokolle kurulmuş olması, Sayın Öcalan’ın bulunduğu koşulların kimi zaman fiziksel yönelimler, kimi zaman iradesine yönelimlerin olması, yukarıda anlattığımız hususlar da komplo kendini tecridin devam ve sürekliliğinde canlandırmış diyebiliriz.    Siz İmralı Adası’na giderek, Öcalan’la görüşme gerçekleştirdiniz. Öcalan’ı, İmralı’yı gördünüz. “İmralı duruşu” ne anlama geliyor?    Sayın Öcalan, tecrit koşullarına rağmen Kürtler şahsında hem de bu komplonun amaçlarına karşı mücadelesine devam ediyor. Buna karşı Sayın Öcalan’ın kendisinin ‘İmralı duruşu’ diye tabir ettiği direnişi devam ediyor. Kürt halkının hem Ortadoğu hem Türkiye’deki varlığını sürdürme mücadelesinin devam ettiği gibi, Sayın Öcalan da Ortadoğu’nun da bu projelere tabi olmayıp, halklar lehine çözüm arayışına devam ediyor. Bu arayış ve duruş 1993 tarihine kadar taşınabilecek barış ve çözüm arayışında ısrar olarak ifade edebiliriz.     Sizler avukatları olarak Öcalan’la görüşemiyorsunuz. 200 gün süren açlık grevi eylemleri sonucunda 2019 yılında Adalet Bakanı görüşmelerin önünde hukuki bir engel olmadığını açıkladı. Nitekim sizde 5 görüşme gerçekleştirdiğiniz. Ancak sonrasında başvurular yanıtsız bırakıldı. Açıklamalarınızda sık sık hukuksuzluğa dikkat çekiyorsunuz. İmralı’da “hukuk” neden işlemiyor?      İmralı’daki bu uygulamalar, yeri geliyor kanunlaştırıyor, yeri geliyor diğer cezaevlerine yayılıyor, yeri geliyor yokmuş gibi davranılıyor. Adalet Bakanlığı’nın ifade ettiği husus doğrudur. Türkiye kanunlarında bugün görüşmemizi engelleyen bir mevzuat yok.  Hukukta bir hak vardır, bir de bu hakkı kısıtlayan gerekçeler vardır. Bu gerekçeler oluşmuşsa, buna karar verebilecek mekanizmalar vardır. İşte cezaevinde olan birisi için infaz hakimlikleridir, cezaevi idaresinin vermiş olduğu kararlardır. Bu hukukun mevzuata düzenlemiş olduğu hususlardır. Hukuk dışı bir kaçırılmayla Türkiye’ye getirilen Sayın Öcalan’ı düşündüğümüzde, İmralı’nın tamamen kurgulanışında nasıl bir hukuk dışılık varsa, uygulamalarda da gerçekleşen hakların tanınması ve tanınmamasında hukuk dışılık mevcuttur. Bugün Türkiye’de Sayın Öcalan’ın içerisinde bulunduğu koşullar, hiçbir mevzuatta olmayan bir şekilde uygulandı. Hem avukat engellenmesi hem tek başına tutulması, hücrede kalması, aile görüşlerinin engellenmesi, mektubun engellenmesi, telefon görüşü hakkının engellenmesi, buna benzer sahip olacağı tüm haklar fiili olarak engellendi.    2004’ten sonra ceza kanunları değişti, infaz kanunu değişti, ancak onun yerine getirilen ağırlaştırılmış müebbet koşulları da İmralı’da uygulanmadı. Sayın Öcalan’ın içerisinde bulunduğu koşullar da bu kanun düzenlemelerine uymuyor. Kanun, özellikle avukat görüşleriyle ilgili nettir. İmralı’da hiçbir zaman kanuni düzenlemelere uyan bir sistem olmadı. Türkiye 22 yıldır ne kendi kanunlarına ne uluslararası kanunlara uydu. Fiili özel, istisnai ve tümüyle işkenceyi amaçlayan bir sistem kurgulandı. Artık sürekli ve sistematik hale geldiği için, buna rejim diyoruz. İmralı işkence rejimi ya da mutlak tecrit rejimi diyoruz.    İmralı’daki bu uygulamalar, yeri geliyor kanunlaştırıyor, yeri geliyor diğer cezaevlerine yayılıyor, yeri geliyor yokmuş gibi davranılıyor. Adalet Bakanlığı’nın ifade ettiği husus doğrudur. Türkiye kanunlarında bugün görüşmemizi engelleyen bir mevzuat yok. Ancak bizim görüşmemizin önündeki engeller nedir; ya başvurularımız cevapsız bırakılıyor ya geçmişte kalmış bazı hususlar gerekçe yapılıyor ya da politik olarak Sayın Öcalan’ın rolüne atıf yapılarak, olmayan gerekçeler yaratılıyor. Daha da ötesine giderek, aklen, mantıken ve hukuken açıklanamayacak disiplin cezaları gerekçesiyle görüşmeler engelleniyor. Son 10 yıllık süreçte biz Sayın Öcalan ile sadece 5 defa görüşebildik. Bunun bir oluru olmadığı gibi, bunun uluslararası sözleşmelerde veya iç hukukta meşru görebilecek hiçbir mekanizma yok.     Hukuk ve insan hakları örgütleri Avrupa İşkenceyi Önleme Komitesi’nin (CPT) harekete geçmesi için başvuruda bulundu. Sizin de eleştirilerinizin odağında olan CPT’nin tecritteki rolü nedir?    Sayın Öcalan İmralı sürecini anlatırken, 3’lü ayak benzetmesi yapar. Bunun bir ayağı ABD, bir ayağı Avrupa Birliği (AB), bir ayağı da Türkiye. Sayın Öcalan, tecritte ABD’nin başat güç olduğunu, AB’nin kendi kurumları ve hukuku nezdinde rol oynadığını, Türkiye’nin de ‘Bekçilik’ yaptığını söyler. Bu tek başına CPT ile değil, AİHM, Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi ve birçok kurumu var. CPT’nin en önemli özelliği, Türkiye’nin taraf olduğu, cezaevlerinde yaşanan insanlık ve kötü muamele hususlarında aktif rol oynayabilmesi ve engelleyici gücü olmasıdır. Bu hususta hem hukuki hem fiziki hem diplomasi çalışmaları yapabilen sorumlu güç olması ve aynı zamanda yetkisinin olmasıdır.      CPT’nin raporuna rağmen aradan geçen 1 yılda İmralı’da hiçbir değişimin olmadı, aksine Sayın Öcalan’ın yaşamıyla ilgili iddiaların gerçekleşti, bu konuda devlet gerekli adımı atmadı, son telefon görüşmesi yarıda kesildi, avukat görüşmeleri engellendi.  Avukat ziyaretleri özelinde son 10 yılda 5 görüşmenin gerçekleştiği bir yerde, yani Sayın Öcalan’ın koşulları içerisinde CPT’nin daha aktif bir rol oynaması, daha fazla ziyaret yapması, aktif rol alması, daha çok raporlaştırma yapması, kendi iç tüzüğünde yer alan uygulamaları gerçekleştirmesi gerekiyor. CPT bunu 22 yıldır yapmamaktadır. Ve bunu yapmamak için ısrarlı, dolambaçlı, kimi zaman es geçerek, kimi zaman teğet geçerek geçiştirmektedir. 22 yıldır CPT’ye düzenli olarak rapor göndermekteyiz. Sayın Öcalan’a kaç başvuru yapıldı, kaçı kabul edildi, kaçı iptal edildi, engellemelerin hukuki yanı ve siyasetle paralel yürüdüğünü ancak CPT 22 yılda sadece 8 kere İmralı’yı ziyaret etti. İstatiksel bile baktığınızda, insanı tatmin eden, gerçekten ciddi bir şekilde üzerine eğildikleri bir husus göremiyoruz.    CPT’nin en son 5 Ağustos 2020 raporunda ilk kez yer verdikleri husus, infaz rejiminin kesinlikle değişiminin, dönüşümünün, revize edilmesinin değil, kökten kaldırılmasına dair tespitleriydi. İlk kez bu kadar net, kesin ve tasfiyeyi aşan bir tespitte bulundu. CPT’nin raporuna rağmen aradan geçen 1 yılda İmralı’da hiçbir değişimin olmadı, aksine Sayın Öcalan’ın yaşamıyla ilgili iddiaların gerçekleşti, bu konuda devlet gerekli adımı atmadı, son telefon görüşmesi yarıda kesildi, avukat görüşmeleri engellendi. Hukuk ve insan hakları kurumları da bu nedenle CPT’nin kendi raporuna sadık kalması ve bir an önce bu hususta adım atılması konusunda çağrıda bulundu.     CPT Ocak ayında Türkiye’ye ziyaret gerçekleştirdi ancak İmralı Adası’na uğramadı ve diplomatik görüşmenin yeterli olduğu açıklamasında bulundu… Bu tutumu nasıl değerlendiriyorsunuz?    Bizler CPT’nin içerisinde olduğu bu tutumu açıkçası eleştiriyoruz, değişmesi gerekliliğini hukuken hatırlatıyoruz. Bu tavır ve tutum teşhir olmuş durumdadır. Ayrıca kurumun var olma amacına uygun olmayan bir sonuç var karşımızda, sorgulanması gereken. Tecride göz yumma hali, politik olarak uluslararası komplonun hukuki anlamdaki yürütücüsü misyonunu yükleme anlamının kabulünü zorunlu kılmaktadır. Bunu sadece biz avukatları değil, uluslararası kurumlar, hukukçular, siyasetçi ve sanatçılar da benzer şekilde mektup göndererek ya da çağrıda bulunarak, CPT’ye eleştirilerde bulunuyor. Kendi sorumluluğuna, işleyiş prosedürlerine uygun etkili çalışma içine girmesini talep ediyor.    Hak ve hukuk örgütleri Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’ne de AİHM kararlarını gündemine alması için başvuruda bulundu. İlk kez yapılan bu başvurunun önemi nedir?      Sayın Öcalan’ın kararı, 2014’te verilen bir karar ve içerik olarak ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasının işkence barındırdığını, umut hakkı olmadan ölünceye kadar bir kişiyi cezaevinde tutmanın işkence olduğuna dönük bir karar. Sayın Öcalan üzerindeki tecridin kaldırılmasına dönük 6 kurumun CPT’ye yaptığı çağrı çok önemliydi. Bakanlar Komitesi’ne yapılan başvuru ise içerik olarak biraz daha farklı bir hususu içermektedir. Tek başına politik hukuki hatırlatma içeren bir çağrı değil. Bakanlar Komitesi AİHM’nin bir devlet aleyhine verdiği bir ihlal kararının yerine getirilmesinden sorumludur. Komitenin geldiği süreçte başvurucunun kendi avukatları dahil olup, bilgilendirme yapıp talepte bulunabileceğimiz gibi, aynı zamanda o ihlal hususu tek bir kişiye özgü değildir. Yani her bir ihlal, insan haklarının bir parçasıdır. Aynı zamanda o kişi dışında başka kişileri de etkiler. Buradan çıkan bir olur kabulüyle, sivil toplum kuruluşlarının da ihlalle ilgili bildirim yapma, talepte bulunma hakları vardır.    Sayın Öcalan’ın kararı, 2014’te verilen bir karar ve içerik olarak ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasının işkence barındırdığını, umut hakkı olmadan ölünceye kadar bir kişiyi cezaevinde tutmanın işkence olduğunu, o kişinin psikolojik düşüncülerine, algısına, yaşama isteğine kadar her şeye yapacağı etki gözetilerek bunun değiştirilmesi gerektiği, belli yıl olarak ya da belli mekanizma işletilerek o kişinin tekrar özgür kalabileceği bir sistem oluşturmasına dönük bir karar. Aradan 7 yıl geçti. Sayın Öcalan dışında 3 dosyada daha ihlal kararı verildi. Bizler defalarca başvurularda bulunduk. Komite defalarca ısrarla gündemine almamaya çalıştı. Bunun üzerine komite Eylül ayındaki toplantısında bu başvuruyu gündemine alma kararı aldı. Ve Aralık ayı toplantısında tartışılacak.    Türkiye’nin bu başvuruya dair İmralı’da hak ihlalinin olmadığı yönünde savunma yapması dikkat çekti. İmralı’da ihlal var mı?   Türkiye savunmasında, ‘Her ne kadar bu 4 kurum ağırlaştırılmış müebbet ile ilgili bilgiler vermişse de verilen bilgiler spekülatiftir’ dedi. İmralı’da Sayın Öcalan’ın içerisinde bulunduğu koşulların tecrit olmadığını, bu konuda CPT’nin geçmiş dönem raporlarına atıf yaparak, Sayın Öcalan’ın durumunun iyi olduğunu, avukat ve aile görüşünün engellenmiş olmasının Sayın Öcalan’ın tehlikeli fikrinden kaynaklandığını, ihlal bulunmadığını ifade etti. Öncelikle tabi ki vermiş olduğu bu bilgiler çarpıtma, gerçeği yok etmedir. Bu çok açık. AİHM’in vermiş olduğu karar nezdinde, CPT’nin 2020’nin Ağustos ayında yayınlamış olduğu raporunda da bunun tam aksini gösteren, bu rejimin değişmesi gerektiğini teyit eden tespitler var. ‘İhlal yoktur’ tespitinin bir gerçekliği yoktur. AİHM kararı da ortada. Türkiye’nin vermiş olduğu bu cevap klasik, yok sayma, tecridi meşrulaştırma ve politik bir alanda tartışma zeminidir. Halbuki Sayın Öcalan politik olarak tehlikeli bir tutuklu değil, aslında Türkiye içinde barış umudunu yegane yeşerten bir kişi olduğunu geçmiş süreçler gösterdi. Bu çarpıtmaya karşı kurumların kendi beyanları olacağı gibi biz avukatlarının da bildirimi olacaktır.      Tekrar komploya dönmek istiyorum. Öcalan, 22 yıldır İmralı’da ağırlaştırılmış tecrit koşullarında tutulsa da aktör olarak konumu ve onu takip eden Kürtlerin elde ettiği kazanımlar komployu organize edenler için nasıl sonuçlar ortaya çıkardı?      Bir süreç olarak baktığımızda, öncelikle komploda amaçlanan hususların gerçekleşmediğini söyleyebiliriz. Ne istedikleri gibi Türk-Kürt çatışması çıkarabildiler ne istedikleri gibi Sayın Öcalan’ın savaş çağrısı oldu. Aksine Sayın Öcalan Türkiye’ye iade edildikten hemen sonra tek taraflı ateşkes çağrısıyla bunun önünü aldı. 22 yılda aslında çok değişiklik yaşandı. Hem uluslararası güçlerin içerisinde bulunduğu koşullarda hem Ortadoğu’nun kendisinde hem de Kürt halkının mücadelesinin gelmiş olduğu aşama itibariyle çok yol kat edildi. Hiçbir güç 22 yıl öncesinde değil. 22 yıl içerisinde Sayın Öcalan’ın Kürtler üzerinde, Ortadoğu’da yaşanan sorunların çözümü üzerinde ve dünyada gittikçe artan kabul edilebilirliği aşan bir liderlik pozisyonu oldu. Aslında amaçlananın tam tersine Sayın Öcalan’ın hem fikri hem teorik olarak kabul edilen ve tartışılan bir misyonu oldu. Sayın Öcalan’ın akademilerde, üniversitelerde, konferanslarda, Ortadoğu’da artık başat bir gücün temsilcisi olarak, bir lider olarak gün geçtikçe daha güçlü bir konumda olduğunu görüyoruz.  Amaçlanın tam tersine bir husus ortaya çıktı. Bu aslında çözüm isteyen taraflarca kabul edilip çözüme katkı sunan bir büyümedir.    Uluslararası güçlerin amaçladığı ve Sayın Öcalan’ın da 3’üncü Dünya Savaşı olarak tanımladığı bir süreç yaşanıyor. Sayın Öcalan’ın bunu kendi şahsında Kürtlere bir müdahale olarak görüyor. Bugün Rojava’da yaşanan gelişmeler, Ortadoğu’da yaşanan gelişmeler, Mısır’da, Tunus’ta, Suriye’de, Arap ülkelerinde gelişmelere baktığımızda, aksi yönde halkların taleplerinin olduğunu görüyoruz. Bu husus göz önüne alındığında, amaçlanan pek elde edilmedi ancak hala vazgeçilmediğini görüyoruz. Bu vazgeçilmeme hali hem Sayın Öcalan’ın sesinin kısılarak tecrit koşullarının ağırlaştırılmasında kendini göstermekte hem Kürtlerin gün geçtikçe çembere alınarak yalnızlaştırmada, politikada, diplomaside, kendi taleplerini yerine getirebileceği mekanizmalarda dışlanmasında kendini gösteriyor. Tabi ki komplodan azade değil. Öcalan’ın rolünün büyümesi, güçlenmesi, karşı güçler bakımından o denli sesinin kısılması ihtiyacını da doğurmuştur. İkisini bir birinin zıttı olarak düşündüğümüzde, hangisinin daha güçlü sonuç getireceğini bu mücadelenin gidişatı gösterecek.    Bir süreç olarak baktığımızda, öncelikle komploda amaçlanan hususların gerçekleşmediğini söyleyebiliriz. Ne istedikleri gibi Türk-Kürt çatışması çıkarabildiler ne istedikleri gibi Sayın Öcalan’ın savaş çağrısı oldu. Aksine Sayın Öcalan Türkiye’ye iade edildikten hemen sonra tek taraflı ateşkes çağrısıyla bunun önünü aldı. Demokratik Uygarlık Manifestosu’nun teorik olarak da büyüdüğüne baktığımızda, Sayın Öcalan her zaman bulunduğu konum itibariyle ‘Ben direnmeye, duruşumu korumaya devam ediyorum’ dedi. Yani İmralı duruşundan kasıt, demokratik, siyasal, anayasal bir çözüm ve barışta ısrardır. Bunun yol ve yöntemlerini ortaya çıkarmaya çalışan bir güç arayışıdır. Her ne kadar bu son dönemde bu muhataplık arayışı olarak ifade edilse de aslında Sayın Öcalan’ın İmralı duruşu 23 yıldır devam etmektedir.    Şimdiki sonuçlarına bakıldığında, komplocular mı kazandı, Öcalan mı?      Bir kazanan var mıdır? Tabi ki Sayın Öcalan bulunduğu konum itibariyle komplonun amaçları gerçekleşmediği için kazanandır.  Ne Sayın Öcalan’ın rolü ve misyonu Kürtler üzerinde, halklar üzerinde ortadan kaldırılabildi ne Kürt halkının mücadelesi tasfiye edildi ne Kürtler kültürel, fiziki olarak soykırıma uğratılabildi. Ancak hem soykırım hem yok etme tehdidi hem de Sayın Öcalan’ın varlığını, fikriyatını yok etme tehdidi halen devam etmektedir. Komployu yürüten güçler ve bunun arkasındaki taşeron güçlerin Kürtler üzerindeki planları ve Ortadoğu’daki isteklerinin devam ettiğini bizler mevcut yürüyen savaşta, diplomatik temaslarda yada dünya düzenindeki ikili yada üçlü planlarda görebiliyoruz. Bir kazanan var mıdır? Tabi ki Sayın Öcalan bulunduğu konum itibariyle komplonun amaçları gerçekleşmediği için kazanandır.    Buna karşı çözümsüzlük halindeki ısrar ve komploda amaçlanandan vazgeçilmediği için tecrit ile kaybettirmeye çalışmaktadırlar. Aynı zamanda kısa vadeli bir kazanma değil, Sayın Öcalan’ın gerçek anlamda hayalini kurduğu ya da liderliğini yaptığı, teorik olarak ortaya koyduğu, analiz ettiği süreç fikriyatta can bulmadığı sürece, hayat bulmadığı sürece, gerçek anlamda bir kazanan olduğunu söylemek biraz güçtür, mücadele devam etmektedir diyebiliriz. Lakin şu bir gerçek ki bitmesini istediklerini, yok olmasını istedikleri mücadele yok olmaktan ziyade, güçlendi, büyüdü, Ortadoğu’da da halklar omuz omuza gelebildi, dünyada da hiç ummadıkları, düşünemedikleri farklı grupları, halkları bir araya getirerek, aslında dünya görüşünü daha da büyüttü. Böyle baktığımızda, tabi ki bir kazanan var ama nihai bir kazanan henüz gerçekleşebilmiş değil.   MA / Özgür Paksoy