Av. Şakar: İmralı’da 2005’te verilen cezalar ikinci kez uygulanıyor 2022-11-20 09:41:14   HABER MERKEZİ - Kürtler için kurgulanan yeni siyasal stratejinin İmralı’da devreye sokulduğunu belirten Av. Mahmut Şakar, 2005 ile 2011 yılları arasında uygulanan “disiplin” cezalarının ikinci kez avukat görüş yasağına gerekçe yapıldığını aktardı.   İmralı Adası’nda tecridin yeniden ağırlaştırıldığı 5 Nisan 2015’ten bugüne PKK Lideri Abdullah Öcalan’dan sağlıklı bir haber alınamıyor. 27 Temmuz 2011’de devreye konulan avukat görüş yasağı, “çözüm” adı altında 2013 ile 2015 yılları arasında yürütülen süreçte İmralı Heyeti üyeleri İmralı Adası’na gitmesine rağmen “koster bozuk” veya “hava muhalefeti” ile gerekçelendirildi. 15 Temmuz darbesinin ardından Olağanüstü Hal (OHAL) kapsamında çıkarılan Kanun Hükmünde Kararnameler (KHK) ile 4 kez 6’şar aylık yasaklarla sürdürülen yasak, bu kez “disiplin” adı altında verilen cezalarla gerekçelendiriliyor.    Abdullah Öcalan’ın avukatlarından Mahmut Şakar, müvekkiline bugün “disiplin” adı altında verilen cezaların, 2005 ile 2011 yılları arasında verilen ve 15’er gün şeklinde uygulanan cezaların ikinci kez uygulanarak avukat görüşünün engellendiğini söyledi. Abdullah Öcalan’ın 2011’den sonra avukatlarıyla görüştürülmemesi de bu konuda ceza-i yaptırım doğurmayacağı için Şakar’ın tespitini doğruluyor.    Devlet aklının tüm Kürtler ve Kurdistan toplumu için kurguladığı yeni siyasal stratejinin açılışını İmralı’da yaptığını belirten Şakar, “Kendi ajandasında Kürt kimliği ile ilgili olumlu hiçbir şey taşımayan, barışa ve çözüme dair en ufak bir çabayı taşımayan ama onun dışında aslında Kürt kimliğini, Kürtlerin toplumsal dokusunu özellikle özgür kadın kimliğini, Kürtlerin siyasal temsilini, Kürtlerin tüm kazanımlarını hedef alan, ortadan kaldırmak isteyen yeni bir program devreye koymuş durumda” dedi.    Avukatların İmralı süresinden koparıldığını söyleyen Şakar, bunun yapısal bir politik karar olarak alındığını ve devletin bunu bir izaha kavuşturmadığını belirtti. İmralı tecrit sisteminin siyasal bir mesele olduğuna işaret eden Şakar, ancak bu durumun tamamen CPT’nin omuzlarına yüklendiğini ifade etti.     Şakar, İmralı’nın inşası, hukuk sistemi ve görüş yasaklarına dair sorularımızı yanıtladı.    Abdullah Öcalan’dan 19 aydır haber alınamıyor. Avukatlar 2019’da 5 görüşme yaptı ancak 27 Temmuz 2011’den bu yana süre gelen bir engelleme hali söz konusu. Bu İmralı’nın bir özelliği mi?   Avukat yasağı, İmralı işkence ve tecrit sisteminin önemli bir parçası. İmralı sisteminin kuruluşundan itibaren savunma hakkını engelleyen bir durum. Gerçek anlamda avukatlar ile Sayın Öcalan arasındaki iletişimi mümkün kılan bir şekilde dizayn edilmedi. Aksi şekilde dizayn edildi. İmralı’nın Sayın Öcalan’a göre inşasında yer alan kurgunun temel bir parçası. Dolayısıyla İmralı’nın seçilmesi de tecrit uygulanabilir bir alan olmasından kaynaklanıyor. Egemen gücün, hükümetin, devletin İmralı Adası’nı seçmesinin temel nedeni de tecridi gerçekleştirmesine olanak sunmasıydı.   11 yıldır devam eden bir engelleme halinin hukuki açıklaması var mı?     Öcalan’ın avukatlarıyla görüştürülmemesini, teknik anlamda bir avukat engeliyle özdeşleştiremeyiz. 11 yıllık bir ambargo söz konusu. Avukatlar İmralı sürecinden koparıldı.   Bu tecrit, İmralı’ sisteminin doğasında var. Seçilmesinin temel nedeni de bu. İlk günden itibaren bu avukatlara yansıdı. 1999’da ilk avukatlar olarak Sayın Öcalan’ın yanına gittiğimizde, bir sınırlılık vardı. Haftada iki gün ve birer saatti. Türkiye hukukunda normal koşullarda o dönem avukatlar hafta içerisinde, gün içerisinde istedikleri saatte müvekkilleriyle görüşme olanağına sahipti. Avukat kısıtlaması, ilk günden itibaren olan bir şey. Gerçekleşen görüşmeler de son derece sınırlı görüşmelerdi. Daha sonra tabi siyasal sürece göre dönem dönem gündelik, dönemsel engellemeler oldu. Hava muhalefeti, İmralı’nın ada olması, denizin ortasında olması, bu gerekçeyi mümkün kılıyordu. İşte hava muhalefeti, yer yer gemi bozuk, çeşitli gerekçelerle İmralı’nın pozisyonundan kaynaklı engellemeler oldu. Bazen bir hafta, bazen iki hafta, bazen bir ay. O zamanlarda tabi ciddi bir gerekçe sunulmadı.   27 Temmuz 2011’den sonrasında nasıl bir süreç işledi?   Avukat görüşlerinin kısıtlanması, savunma hakkının bir sınıra tabi tutulması, dönem dönem keyfi engellemeler yerine süreklileşen bir avukat yasağı dönemine geçildi. 2011’den bugüne kadar bir yasaklama söz konusu. Bunun doğal olmadığı çok açık. 11 yıl boyunca -2019’da 5 görüşmeyi saymazsak- müvekkilimiz Sayın Öcalan’ın avukatlarıyla görüştürülmemesini, teknik anlamda bir avukat engeliyle özdeşleştiremeyiz. 11 yıllık bir ambargo söz konusu. Avukatlar İmralı sürecinden koparıldı. Sayın Öcalan ve arkadaşlarının cezaevi koşulları ve hakları, devam eden duruşmaları, uluslararası hukuktaki davaları konusunda kendisiyle tartışabilecek avukatlarla bağı koparıldı. Avukatlar İmralı sisteminden dışlandı ve bu yapısal bir politik karar olarak alındı. İlginç olan temel noktalardan biri de devlet bunu bir izaha kavuşturmadı.   15 Temmuz darbe girişiminin ardından ilan edilen Olağanüstü Hal (OHAL) döneminde İmralı ile ilgili yeni kararlar alındı. Kanun Hükmünde Kararname (KHK) ile 4 kez 6’şar aylık yasaklar getirildi. Bu süreçte nasıl bir kılıfa büründürüldü?   Söz konusu Sayın Öcalan olduğunda, avukatlılarıyla görüşme olduğunda, esasında bir gerekçe bile gösterme ihtiyacı olmayan bir devlet gerçekliğiyle karşı karşıyayız. Bırakın hukuka uymayı, minareyi çaldılar, kılıfını uydurma ihtiyacı duymuyorlar. Bu rahatlık, Sayın Öcalan söz konusu olduğunda, devletin içine girdiği bu pozisyon, İmralı’nın statüsünü ele veriyor. Bu çok sorgulanmadı. Ne zaman ki 15 Temmuz oldu, mesele tüm Türkiye’yi kuşatır noktaya geldi. O zaman bir gerekçe ihtiyacı sunmak istedi. OHAL ilan edildi, bir dönem OHAL uygulamasında çıkan kararnameler gerekçe gösterildi, bunlar yasaya dönüştü ve gerekçe olarak gösterildi. İmralı’da aile ve avukat yasağıyla ilgili gerekçe gösterme süreci yalan da olsa kılıf da olsa o ihtiyacı duymaları, meselenin tüm Türkiye’yi kuşatmaya başladığı bir dönem oldu. Öncesinde bir gerekçe bile yok. Bu devletin İmralı’ya biçtiği rol, nasıl hukuksuzluğun merkezi bir Ada olduğunu da ortaya koyuyor.      Dün “hava muhalefeti”, bugün “disiplin” cezaları… Bu hal hukuk literatürüne “İmralı hukuku” terimini getirdi. Nedir İmralı’daki hukuk?    2005’te uygulanan disiplin cezaları üzerinden yeniden ikinci kez avukat görüş yasağının gerekçesi haline getiriliyor.    İmralı sistemi Türkiyelileşti. 99’dan beri devletin hukuksal ve politik olarak inşa ettiği mekanizma, 15 Temmuz’dan sonra tüm Türkiye cezaevlerine uygulandı ve KHK’lerle bunu yasallaştırdılar. Cezaevleriyle ilgili KHK’lerin tümü İmralı’dan edinen tecrübelerdir, İmralı’da pratik olarak uygulanan, daha sonra KHK’ye dönüştürüldü ve tüm Türkiye’ye uygulandı. İmralı sistemi Türkiyelileştiği zaman, ona bir gerekçe sunma girişiminde bulundular. Burada aile ve avukat görüşüne iki ayrı gerekçe sunuyorlar. Birincisi volta atarken, haftada bir saat arkadaşlarıyla spor yapma sürecinde son dakikalarda volta atmayı bir disiplin suçu olarak ifade ediyorlar. Bunun cezası olarak da 3 aylık aile görüş yasağı olarak koyuyorlar. Hukukta bunun yeri yok. Yapılan iş disiplin suçu oluştursa bile, en fazla spor faaliyeti engellenebilir. Oradan hareketle aile görüşünü yasaklamaya kadar genişletmezler. Orada da bir gerekçe olduğunu söyleyemeyiz.   İkincisi avukat görüşü nasıl engelleniyor. Güncel olarak avukat görüşü yapılmadığı için yasağa 2005’ten 2011 yılına kadar verilmiş disiplin cezaları gerekçe gösteriliyor. O tarihler arasında disiplin cezası verilmiş ve 15’er gün uygulanmış. Onlar da yasal değil mi ama zaten uygulanmış. 2005’te uygulanan disiplin cezaları üzerinden yeniden ikinci kez avukat görüş yasağının gerekçesi haline getiriliyor. Güncel anlamda avukat görüşü yapılmadığı için geçmişe dönerek, avukat görüşleri yasaklanıyor. Aslında ne Türkiye ne uluslararası hukukta avukat görüşlerinin yasaklanması, teknik anlamda mümkün değil. Dolayısıyla bunu bir hukuksal kararla yapma şansları yok. Mevcut avukat görüşünün yasaklaması, Türkiye’deki en geri, 15 Temmuz sonrasında yapılan yasal düzenlemelerle de mümkün değil. Sadece bu bir deneme olarak görebiliriz. Bir kılıf bulma girişimi. Hukuksal açıdan ele aldığımızda, her tarafı dökülen bir yaklaşım var.    Hukuki bir dayanağının olmadığını söylediniz ancak bu gerekçeler bile avukatlara bildirilmiyor!   Avukatlar hem aile hem avukat görüş yasağı süreçlerinden, disiplin süreçlerinden uzak tutuluyorlar. Avukatların disiplin cezası verildiğinden haberleri yok, buna karşı itiraz etme imkanları yok. Gerçekten hukuksal bir zemin varsa, kendi gerekçeleri sağlamsa, neden avukatları bu işin dışında tutuyorlar. Sayın Öcalan’ın savunma hakkı bu disiplin cezalarına göre de kısıtlanıyor. Son derece kaygılılar, içeriksiz bir gerekçe oluşturmuşlar. Kamuoyuna sunabilecekleri bir disiplin cezasına göre yasağı formüle etmek istiyorlar. Ama bunu o kadar dayanaksız ki bunun boşa çıkarılmaması için avukatları bu sürecin dışında tutuyorlar. Halk deyimiyle kendi çalıp kendileri oynuyorlar. Sayın Öcalan ilk aile avukat görüş yasaklarıyla ilgili disiplin cezası verildiğinde, yazılı olarak itiraz ediyor. Arkadaşları da itiraz ediyor. Bir süre sonra tekrar tekrar olunca, Sayın Öcalan ve arkadaşları kendileri bile İmralı Disiplin Kurulu’nun cezalarına itiraz etme ihtiyacı bile duymuyorlar. Bu mekanizma, otomatiğe bağlanmış bir şekilde artık sürdürülüyor. Bunu her ne kadar gerekçe olarak söylense de halen herhangi bir hukuksal dayanağın ortaya konulmadığını söyleyebiliriz.   Abdullah Öcalan, daha önce kardeşi Mehmet Öcalan ile yaptığı görüşmelerde, “Birkaç hafta sonra seni buraya getirmezlerde, bir sıkıntı var” uyarısında bulunmuştu. Ancak İmralı’da 19 aydır süren bir haber alınamama hali söz konusu…    Durumu bu kadar ağırlaştıran, haber alınamama olgusudur. 25 Mart 2021’deki son kısa telefon konuşmasından önce dönem dönem bir şekilde haber alma durumu oluyordu. Ama neredeyse 20 aya yaklaştı, bu süre içerisinde hiç haber alamama, İmralı’daki olan biten her şeyin aileye, avukatlara, topluma kapatıyor olması, asıl kaygıyı yaratan temel nedendir. Baştan itibaren İmralı sistemi çok sıkıntılı bir sistem ve sürekli insan hakları ve hukuksal açıdan son derece eleştirel olması gereken bir sistem. Son 20 ayın ise kendisine özgü bir durumu var. Uluslararası hukukta kullanılan ‘mutlak iletişimsizlik’, hiç haber alamama gibi bir kavram kullanılıyor. Aslında bu kavram Birleşmiş Milletler literatüründe daha çok kayıplara ilişkin, kayıp haline ilişkin kullanılan bir kavram. Aslında İmralı’daki tablo biraz bu, bir kayıp halini andıran ihlale oldukça benziyor. Sadece aile avukat görüşünün yapılması da değil. Bununla birlikte kendisinin yaşamına dair en ufak bir haberimiz yok. Siz şimdi ‘Sayın Öcalan İmralı’da mıdır’ diye sorsanız, kimse size ‘evet’ diyemez. Hiçbir konuda ‘evet’ diyebilecek durumda değiliz. Her türlü olumsuzluğa, olumsuz düşünceyi insanın aklına getirebilecek bir tablo söz konusu.    İmralı’yı bu koyu karanlığa boğan iktidarın aklı, dışarıda yaşayan kesimi de toplumun kendisini de büyük bir tehdide ve şiddete açık hale getiriyor. Bu fotoğraf sadece İmralı ile sınırlı bir fotoğrafı açığa çıkarmıyor. Aynı zamanda toplumu da çok büyük riskler ile karşı karşıya bırakan bir siyasal pozisyon. Bu bütünsel bir yapı. Mesele sadece Sayın Öcalan ile bağlantılı değil, onunla birlikte tüm Kürtleri kuşatan, tüm toplumu kuşatan, Türkiye halklarının tümünü kuşatan bir problemin varlığına ve problemin ne kadar derin olduğuna bir örnek oluşturuyor. Kürt halkının barışın ve çözümün sembolü olarak gördüğü, Kürdistan siyasal tarihinde merkezi bir role sahip olan Sayın Öcalan’dan 20 ay haber alamamak, devletin Kürt meselesine ve Kürtlere bakışını ortaya koyuyor. Bunu yapan akıl, aynı zamanda toplumsal hayatı, siyasal hayatı, herkesi risk altında bırakan, kuşatan bir problemi de yaratıyor.    Devletin yaklaşımına değindiniz. Abdullah Öcalan da “Devlet bana ciddi yaklaşmazsa kaybeder” değerlendirmesinde bulunmuştu. Derinleştirilen tecrit sisteminde devletin ciddiyetini nasıl değerlendirirsiniz?    Devlet aklı dışarısı için tüm Kürtler için, Kurdistan toplumu için kurguladığı yeni siyasal stratejinin açılışını İmralı’da yaptı.   Devletin hem Sayın Öcalan ile ilgili hem İmralı sistemi ile ilgili hem de Kürtlerin geleceği ile ilgili bir süredir farklı stratejik kulvara girdiğini düşünüyorum. Bu anlamda ciddi bir yaklaşım yok. Devlet aklı 2013 ile 2015 arasında yürütülen süreçten sonra yeni bir kulvara girdi. Bu stratejik hamle kamuoyunda ‘Çöktürme Planı’ olarak ifade ediliyor. Bu aslında Kurdıstan’ın sadece Kuzey’i ile değil, Rojava’yı da Güney’i de içine alan, Kürt coğrafyasının çok büyük bir kesimini kolonileştirmeyi esas alan, şiddetle, savaşla, katliamla sonuç almayı hesaplayan bir strateji inşa etti ve bunun girişimi de müzakere sürecinin ortadan kaldırılması ve İmralı tecridini biraz derinleştirmesiyle yaptı. Devlet aklı dışarısı için tüm Kürtler için, Kurdistan toplumu için kurguladığı yeni siyasal stratejinin açılışını İmralı’da yaptı. Bu açıdan baktığımızda, İmralı’da geçmişten beri dönem dönem sıkıntılı bir süreç yaşandı ama 2015’ten sonra başlayan süreci yeni bir stratejik aklı pratikleşmesi yada yaklaşımın pratikleşmesi olarak görüyorum.    Kendi ajandasında Kürt kimliği ile ilgili olumlu hiçbir şey taşımayan, barışa ve çözüme dair en ufak bir çabayı taşımayan ama onun dışında aslında Kürt kimliğini, Kürtlerin toplumsal dokusunu özellikle özgür kadın kimliğini, Kürtlerin siyasal temsilini, Kürtlerin tüm kazanımlarını hedef alan, ortadan kaldırmak isteyen yeni bir program devreye koymuş durumda. Özellikle 2015’den sonra öz yönetim süreçlerinde gerçekleşen o ağır ihlal süreci, daha sonra Efrîn, Serekaniyê ve bugün kimyasal silah kullanmayı da içinde barındıran yeni savaş hamlesi gibi, tüm bu gelişmeler İmralı tecridinin derinleşmesiyle birlikte devletin başlattığı ve sürdürdüğü bir planlamadır. İmralı’daki barış ortamını ortadan kaldırdı, masayı devirdi, tecridi ağırlaştırdı ve ağırlaştırmaya da devam ediyor. Onunla birlikte aslında bu tecridin sonuçları hem Kuzey’de hem de Kurdistan’ın aslında iki parçasında Kürt halkına baskı, katliam, soykırım gibi ağır suçlarla yansıdı. Bu fotoğrafa baktığımızda devletin olumlu anlamda bir ciddiyete sahip olmadığını, aslında 20’nci yüzyılın başındaki o devlet aklının günümüz koşulları içerisinde kendisini yeniden güncelleştirerek Kürt meselesini hala şiddetle, soykırımla, Kürtleri imha ederek çözebileceğine inanan bir tavır söz konusu.    İmralı tecridinin uluslararası boyutuna gelecek olursak. Son olarak CPT’nin Eylül’ün son haftasında gerçekleştirdiği ziyaret üzerinden bir gelişme oldu. CPT’nin ziyareti kaygıları giderdi mi? Tecrit halinden sadece CPT mi sorumlu?    İmralı sistemi dediğimiz olgu,  tabi sadece Türkiye’nin yarattığı bir olgu değil. Tecrit ülkenin tek başına inşa ettiği bir mekanizma değil, o yüzden uluslararası ayağı görmeden de bunu ifade etmek zor. Baştan itibaren biz avukatlar Sayın Öcalan’ın yanına gitmeden, Avrupa’da bir heyetin İmralı’daki koşullara baktığını biliyoruz. Daha sonra Sayın Öcalan bunu ifade etti. ‘Avrupa’dan bir heyet geldi. İmralı sistemine onay verdi ve gitti’ dedi. İmralı sistemi aslında uluslararası bir konsensüsün sonucu olarak inşa edildi. İmralı sistemi uluslararası komplonun bir parçası ve devamıdır. Zaten uluslararası komplo olmasaydı, bunun bir parçası olarak da İmralı sistemi inşa edilmeyecekti. Komployu inşa eden güçler, Sayın Öcalan’ın nasıl, nerede, hangi koşullar altında yaşayacağına da karar verdiler. O nedenle avukatlar gitmeden gelip yerinde inceleme de yaptılar. İmralı’daki tecrit olgusu, uluslararası iradenin sonucu olduğunu söyleyebiliriz. Komplo nasıl uluslararası ilişki ağının bir parçası ve sonucu ise, Sayın Öcalan Ortadoğu’dan koparılıp esir edilmişse, aynı şekilde İmralı Adası’nın inşası da bu konsensüsün bir sonucudur. Tüm bu mekanizmada hegemonik güçlerin çok büyük sorumlulukları var. Türkiye kadar, Türkiye’den daha fazla sorumlulukları var.    20 aydır kendisinden haber alamadığımız bir insan ile ilgili neyin analizini bekleyeceğiz, neyin görüşünü bekleyeceğiz. Beklenti o yolun açılmasıdır.   İkinci boyutu ise bu sorumluluğun bugün sadece CPT’nin omuzlarına yüklenmiş olmasıdır. CPT, işkence karşı sözleşmeyi uygulamakla yükümlü bir kurum. Bugüne kadar Eylül ayı ile birlikte 9 kez İmralı’yı ziyaret etmiş bir kurum. CPT, tam bağımsız ve sivil kurum olmaktan öte, Avrupa Konseyi’nin bir kurumu. CPT’yi yöneten organ da Avrupa Konseyi’ne üye ülkelerin temsilcilerinden oluşuyor. 1999’dan bugüne Sayın Öcalan’ın yaşamı, sağlığı, kısaca her şey, CPT’ye devredildi. CPT raporlar yazdı, defalarca kendileriyle görüştük ama bu mesele CPT’yi de aşan siyasal bir ağın bir sonucu olarak gerçekleşti. İmralı tecridi, özellikle son 2 yıllık haber alamama durumu, sadece CPT’nin ortadan kaldıracağı bir mesele değil, sadece CPT’nin sorumluluğuna devredilemez. Hem komplo hem İmralı’nın inşası, uluslararası konsensüsün ürünüdür. Dolayısıyla siyasal bir meseledir. Özellikle batı siyaseti, Avrupa Konseyi, ABD, komplonun arkasındaki ağır güçler, aynı zamanda Sayın Öcalan’ın içinde yaşadığı koşulların temel sorumlularıdır. Onların adım atması lazım, onların zorlaması lazım. Sadece şuan CPT’ye devredilmiş bir durum var.    CPT bir çözüm gücü olamıyor. CPT raporunu 6 ay sonra yayınlayacak, 6 ay da Türkiye için cevap verme süreci var. Nereden baksanız, bir yıl sonra -her şey olumlu giderse- raporunu açıklayacak. CPT’nin İmralı ile ilgili söyleyebileceği yeni bir söz yok. İmralı’daki tablo son derece açık, daha önce söylenmiş, analizler, tespitler yapılmış, göz göre göre 20 aydır kendisinden haber alınmayan ortamın, tablonun değiştirilmesi gerekiyor. Bizim CPT’nin gidişinden sonra beklediğimiz, gidişiyle birlikte avukat ve aile görüş ortamının açılmasıydı. 20 aydır kendisinden haber alamadığımız bir insan ile ilgili neyin analizini bekleyeceğiz, neyin görüşünü bekleyeceğiz. Beklenti o yolun açılmasıdır. Bu konuda CPT’nin olanakları var. İsterse Avrupa Konseyi’ni harekete geçirebilir, açık çağrılar yapabilir, Türkiye’yi daha fazla teşhir edebilir. Bu meseleyi siyasal platforma taşıyabilir. CPT yada arkasındaki Avrupa Konseyi, siyasal irade, açık anlamda bir tutum almak zorundadır. Bunun dışında bir yaklaşım çok anlamlı değil.    Bizim beklentimiz herhangi bir kavram, yeni bir analiz değil, ekstra söylenecek bir şey yok. Haber alınamama durumu var, biz ulaşmak istiyoruz, ailesi görüşmek istiyor, toplum haberdar olmak istiyor. Sayın Öcalan’ın söyleyeceği her söz toplumun, insanların hayatını kolaylaştıracak. Bu ağır süreci yumuşatacak. O yüzden sadece aile ve avukat değil, toplumun kendisi de bir görüş bekliyor. CPT bu kapıyı açabilmeliydi, açamadığı noktada onun başarısızlığıdır. Onun arkasındaki siyasal güçlerin ilgisizliğidir.   MA / Özgür Paksoy