Güven: Eylem zindanlarda direnen tutsaklarla sınırlı kalmamalı 2024-02-01 09:21:41 ANKARA - DTK Eşbaşkanı Leyla Güven, Abdullah Öcalan’ın özgürlüğü için başlatılan kampanyaya işaret ederek, "Bu gergin eylemin farklı bir noktaya evrilmemesi için herkese büyük görev düşüyor. Eylem tutsaklarla sınırlı kalmamalı” dedi.  Leyla Güven, Kürt siyasetinde öncü kadınlardan biri. Hem bir kadın olarak, hem de halkının özgürlüğü için verdiği mücadeleyi soluksuz sürdüren örnek isimlerden. Aktif siyaset ve kadın özgürlük mücadelesinde yer alan Güven’in yolu birçok kez dört duvar ile kesilmek istendi. Demokratik Toplum Partisi’nden (DTP) Riha’nın Wêranşar ilçesinde belediye başkanıyken, 2009’da “KCK/Türkiye Meclisi" adı ile başlatılan operasyon kapsamında tutuklandı. 5 yıl tutuklu kalan Güven, 2014’te tahliye olduktan sonra mücadelesine devam etti. Güven, 2017’de ise Demokratik Toplum Kongresi (DTK) Eşbaşkanı olarak seçildi.    Hakkındaki dosyalar gerekçe gösterilerek yeniden tutuklanan Güven, 2018 yılında cezaevindeyken Halkların Demokratik Partisi’nden (HDP) Colemerg Milletvekili olarak seçildi. Buna rağmen, mahkeme Güven’i tahliye etmediği gibi, yargılamasını da sürdürdü. Tutukluluğu devam ederken, Kasım 2018’de yargılandığı duruşmada, PKK lideri Abdullah Öcalan’a yönelik tecridin kaldırılması talebiyle süresiz-dönüşümsüz açlık grevi başlattı ve bu sürecin öncülüğünü üstlendi.    2020’de tahliye edildikten sonra da eylemine tecrit kırılıncaya kadar devam etti. Ardından Meclis’e giderek çalışmalarını burada sürdürdü. Güven hakkında verilen cezanın onanmasının ardından milletvekilliği düşürüldü ve 2022’de yeniden tutuklandı. Önce Diyarbakır Cezaevi’ne gönderilen Güven, daha sonra Elazığ’a sevk edildi. Güven son olarak da Sincan Cezaevi’ne getirildi.    Tutsak edilmiş bir gazeteci olarak dört duvar arasında da olsam, haber kaynaklarımla iletişim kurmaya ve röportaj yapmaya devam ediyorum. DTK Eşbaşkanlığını sürdüren ve Kürt siyasetinde aktifliğini hiç kaybetmeyen Güven ile bu zorlu cezaevi koşullarında “hava yolu” ile röportaj yapabildim.    Tecrit koşullarında, cezaevi koridorlarında sesimi ulaştırdığım Güven’e sorularımı sorarak, röportaj yapabildim.      Colemêrg milletvekiliyken vekilliğiniz düşürüldü ve tutuklandınız. Diyarbakır, Elazığ cezaevlerinin ardından Sincan Cezaevi’ne getirildiniz. Bu süreçte neler yaşadığınızı anlatabilir misiniz?   Eğer bu ülkede yaşıyorsanız ve kimliğiniz inkar ediliyorsa, anadiliniz dahi yasak ise doğal olarak en meşru hakkınız olan mücadeleye başlarsınız. Bu mücadele içinde de mutlaka ama mutlaka yolunuz cezaevine düşer. Hangi yaştan olursanız olun hiç fark etmez, hatta çok yaşlı ve hasta iseniz, sedye veya tekerlekli sandalye ile cezaevine taşınırsınız. Adalet Bakanlığı’nın hizmetinde sınır yok. Eğer bir sistem partisinden değilseniz, ya da AKP’de siyaset yürütmeyen bir Kürt iseniz, otomatik olarak ‘teröristsiniz.’ Ben de bu ‘teröristliği’ onur sayan, bir siyasetçi olarak yaptığım konuşmalarım gerekçe gösterilerek tutuklandım. Yaklaşık üç yıl Elazığ Cezaevi’nde tutuldum. Sincan Cezaevi’ne kendi talebim ile geldim.       İnsanın özgürlüğünden yoksun bırakılması elbette kabul edilmeyecek bir durumdur. Ama eğer ülkenin tamamı bir cezaevi haline gelmişse, içeride veya dışarıda olmanın pek bir anlamı da kalmıyor.    İnsanın özgürlüğünden yoksun bırakılması elbette kabul edilmeyecek bir durumdur. Ama eğer ülkenin tamamı bir cezaevi haline gelmişse, içeride veya dışarıda olmanın pek bir anlamı da kalmıyor. Ayrıca dışarıda yaratılan cezaevi korkusunu da çok abartılı buluyorum. Eğer birey ne için tutuklu olduğunu biliyorsa, yani sistemi korkuttuğunun bilincine ererse daha mutlu ve huzurlu olacaktır. Burada da bir yaşam var. Sabah oluyor, akşam oluyor, yiyor içiyor, televizyon izliyor, radyo dinliyoruz. Bol bol okuyup, biraz da yazıyoruz. Kendisini devrimci olarak tanımlayanlar için her yer direniş alanıdır. Buna bir de kadın yaratıcılığı eklenince, daha neler neler yapıyoruz… Örnek olarak Mezopotamya Ajansı (MA) editörü ve Dicle Fırat Gazeteciler Derneği Eşbaşkanı Dicle Müftüoğlu’nun bu röportaj için gösterdiği çabayı verebiliriz.    Tabi ki hasta tutsaklar için durum çok farklı. Onlar kendi ihtiyaçlarını karşılayamıyor. Burada Selver Yıldırım arkadaşımız 25 yıldır tutsak ve bir gözünü kaybetmiş, diğer gözü tedavi edilmez ise onu da kaybedebilir. Özge Özbek’in de beyninde tümür var. Tümör tedavisi cezaevinde mümkün olmayan bir hasta tutsaktır. En son 2018 yılından girdiğimiz açlık grevinden kaynaklı benim de birçok arkadaşım gibi sağlık sorunlarım var. Ama önceliğimiz hasta tutsakların tahliye edilmesi ve kapsamlı tedavilerinin dışarıda yapabilmesidir. AKP iktidarının bu konudaki katı faşizan tutumu dışarıda yeterince teşhir edilmelidir.     Mevcut iktidarın politikaları siyaset yapılan alanları daraltmaya yönelik. Özelde de DTK, HDK ve demokratik siyasi partilerin hedef alınmasının nedeni nedir?   AKP, Dolmabahçe Mutabakatı’nı yok sayıp, süreci buzdolabına kaldırdığını açıkladığında, Kürtlere ve kurumlarına yönelecekleri belliydi. Çünkü bu Türkiye’nin sıkça başvurduğu bir yöntemdi. HEP ile başlayan, günümüze kadar devam eden bu yönelimlerle onlarca partimiz kapatıldı. Böylelikle işlevsiz kalacağımızı düşündüler. Artık Kürt ve Kurdistan gerçekliğini dillendiren herkes, ‘terörist’ olarak tanımlanıyor. Hedefleri çok nettir aslında; Halkımızın moralini bozmak, değerlerini tek tek ortadan kaldırmak. Bu konseptin sadece bir parçası, oysa halkımız bu katıksız zulmü 40 yıldır yaşıyor. Biz Şark Islahat Planı’ndan, İttihat-Terakki, DGM’lerden, özel yetkili mahkemelerden, ağır ceza mahkemelerinden, KCK davalarına kadar çokça hukuksuz uygulamanın ya sanığı, ya da tanığıyız. Bu yöntemle sonuç alınamayacağını çok iyi biliyorlar ama maalesef, her iktidar kendi dönemi bitinceye kadar bu uygulamaları yeniden devreye koyuyor. Bu da Kürt ve Türk halkının canına, malına, geleceğine zarar veriyor. Şimdilerde Türkiye’de yaşanan çoklu krizlerin ana sebebi de bu eskide ısrar ve denenmiş yöntemlerdir.    Türkiye’de en can yakıcı sorun Kürt sorunu olmasına rağmen, birçok kez siyasetçiler tarafından görmezden geliniyor. Diğer yandan savaşın neden olduğu asker ölümleri gündemi var. Asker ölümleriyle birlikte Kürt sorunu yeniden konuşuluyor. Bu sorunun doğru bir şekilde görülmesi, doğru okunması bu siyasi parti anlayışlarıyla mümkün mü?   Kürt sorunu bu ülkede kaç başbakan, cumhurbaşkanı, genel kurmay başkanı, içişleri bakanı vb. değiştirdi, varın siz hesaplayın. Her birinin itiraf gibi sözleri hala hafızalardadır. Örtülü ödeneklerden, operasyonlara, ‘Biz PKK’yi bitirdik, sayıları yüzün altına düştü, ayakkabı numaralarını biliyoruz’ sözlerine kadar uzayıp giden bir liste var. Aslında bu işin hamaset ile olmayacağını dost da düşman da biliyor. Ama kimi bulunduğu mevkiyi, konforu kaybetmek istemiyor, kimi de yaratılan korku ikliminden kaynaklı gerçekleri söyleyemiyor. Oysa bu savaş devam ettiği müddetçe, hiçbir iktidarın muaffak olma şansı yoktur. İktidardan muhalefete herkesin idrak etmesi gereken güvenlikçi politikalarla bu sorundan sonuç alınamaz. Diyalog ve müzakerenin dışındaki tüm yöntemler zaman kaybı ve büyük bir yıkımdır. Tedavisi mümkün olmayan toplumsal ayrışmadır. Oysa çözümün anahtarı, Kürt ve Türk halkının elindedir. İktidar ve yetkilileri gidip ABD, Rusya kapısında bekleyeceğine, bir Anadolu köylüsüne gitse, çözümün ne kadar da kolay olduğunu görecektir. Çünkü bu savaş, o köylünün sofrasındaki ekmeği azaltır, işçinin, emekçinin sırtına ağır vergiler yükler. Dolayısıyla bu savaşın acısını canı ile malı ile ödeyen halkımız herkesten daha iyi bilir. Modern silahlarını pazarlayanlar, tabi ki barışa engel olmak isteyecektir. Kürt halkının Önderi, 1990’lardan bu yana kalıcı bir barış için çabalıyor. Uluslararası komplo ile Türkiye’ye getirildiğinden bu güne muhatap arayışını sürdürmüştür. Ancak ya hiç muhatap çıkmamış ya da AKP gibi taktiksel bir kurnazlıkla bir masa İmralı Adası’na, bir masa da Genel Kurmay Başkanlığı’na kurarak çözüm ve müzakere adı altında tasfiye ve yok etme stratejisi geliştirmiştir. Doğal olarak, bu da hiçbir sonuç vermemiştir.      Kürtlerin Önderi, 1990’lardan bu yana kalıcı bir barış için çabalıyor. Uluslararası komplo ile Türkiye’ye getirildiğinden bu güne muhatap arayışını sürdürmüştür. Ancak ya hiç muhatap çıkmamış ya da müzakere adı altında tasfiye stratejisi geliştirilmiştir.    Bizler savaşta ısrar edenlerin amacını biliyoruz. Örneğin MHP Kürt sorununun çözülmesi durumunda neyin siyasetini yapacak. Çünkü uzman olduklarını sandıkları tek konu bu. Etrafa hakaretler yağdırmalarının sebebi bu. Tabi araştırmaya muhtaç sosyolojik bir vaka da var; o da oy oranı yüzde 10’u bulamayan bir partinin (bizim partimiz hariç) tüm partileri peşinden sürüklemesi. En son Meclis’te yaşanan bildiri krizinde bu durum çok net olarak ortaya çıktı. CHP ayrı yayınladığı bildiride, Kürt halkının değerlerine en ağır hakaretler ederek, ‘Ben sizden daha milliyetçiyim’ demek istedi ama gene de hedef olmaktan kurtulamadı. Kısacası, Kürt sorunu Türk siyasetine turnusol kâğıdı olmaya devam diyor. Oysa herkes ön yargılarından arınsa, bin yıllık coğrafya kardeşliğini referans alsa, ‘üstün ırk’ olma düşüncesinden vazgeçse, bu ülkede yaşayan her halkın kendi dili, kimliği, kültürü ile yaşayabileceği realitesine inansa çözüm kendiliğinden gelecektir. Bu değişimin öncülüğünü yapacak olan, doğal olarak muhalefet partisi ile muhalif çevrelerdir. Öyle çıkıp her gün hayat pahalılığından, halkın sefaletinden, açlıktan, yolsuzluktan, ranttan söz edeceksin ama bunların kangrenleşmiş olan Kürt sorunundan kaynaklandığını, bu ülkenin varını yoğunu bu savaşta heba ettiğini söylemeyeceksin. Bu gerçekçi bir siyaset değildir. Açıkça belirtmek gerekir ki, CHP 100 yıllık Kürt sorununun 80 yıllık faili, son 20 yılının da suç ortağıdır. Buna rağmen Kürt halkı defalarca yeniden bir şans vererek, ‘belki bir değişim olur’ dedi. Ancak gelinen aşamada, ‘Kürtler daha az eşittir’ eşiğini aşamayan bir pratik ile karşı karşıyayız. Umuyoruz ki CHP bu liberal tutumunu gözden geçirir, Kürt hakikatini doğru ele alır. Bu vesileyle de kendisine olan saygısını yeniden kazanır. Aksi durumda hem sağdan hem soldan eleştiriler her daim önlerine çıkacaktır.    PKK Lideri Abdullah Öcalan’a karşı geliştirilen tecride karşı mücadele büyürken, bir taraftan da tecrit mutlaklaştırılarak haber alınamama haline dönüştü. 35 aydır, hiçbir hukukta yeri olmayan ‘işkence’ olarak tanımlanan tecrit neden derinleştiriliyor?   AKP iktidarı ‘bu kadarı da olmaz’ denilen her şeyi yaptı ve yapmaya devam ediyor. Hepimiz Anayasa’nın askıya alınabileceğini, yok sayılabileceğini çok net görebildik. Geçmişte siyasiler on yılda bir yapılan darbelerden çekindikleri için yapacakları kanunsuzlukları gizli saklı yaparlardı. AKP iktidarı, devletleştiği için bu işleri kozmik odalarda değil, aleni olarak yapıyor. Çünkü ilk önce kendilerine yol temizliği yaptılar. Artık devletin derinlerinde de, yüzeyinde de kendileri var. Hiçbir merciye hesap vermek zorunda değiller. Hal böyle olunca, halklara yaşattıkları zalimlik adeta tavan yaptı. Bu konuda verilebilecek çokça örnek var. Ama ben sadece İmralı Adası’nda çok bariz olarak yaşanan yasadışılığı belirtmek istiyorum. Kürt Halk Önderi’nin İmralı Adası’nda geçirdiği 24 yılının 22 yılı AKP iktidarında geçti.       Dünyanın her yerinde aydınlar, yazarlar, akademisyenler ve milyonlarca halk çağrı yapıyor; bu hukuksuz tecridi kaldırın. Sayın Abdullah Öcalan Kürt sorunun demokratik çözümü için kendi rolünü yerine getirsin.     Dolayısıyla bu arada gelişen bütün hukuk tanımazlıklardan kendileri sorumlu olur. Yasalarda belirtilen tutuklu ve hükümlü haklarından İmralı Adası’ndaki tutsaklar neden yararlanmıyor?  Sayın Abdullah Öcalan ve arkadaşlarının durumlarına dair hiçbir bilgimiz yok. Bu insanların aileleri de, onları sevenler de, fikirlerini benimseyen milyonlar da bu soruyu soruyor; İmralı’ya mahsus özel yasalar mı çıkardınız? Bu durum kanun dışı değil midir? Bu durumun kamuoyuna açıklama zorunluluğunuz olduğunu bilmiyor musunuz? CPT ve insan hakları kurumlarının raporlarına müdahale ediyor musunuz? Bu ülkede ‘yüz yılın afeti’ olarak tanımlanan bir deprem yaşandı. Bu insanların ailelerinden haber alma hakları yok mudur? soruları çoğaltmak mümkün. Dünyanın her yerinde aydınlar, yazarlar, akademisyenler ve milyonlarca halk çağrı yapıyor; bu hukuksuz tecridi kaldırın. Sayın Abdullah Öcalan Kürt sorunun demokratik çözümü için kendi rolünü yerine getirsin. Bizler tabi ki tecrit işkencesinde sadece AKP değil, uluslararası komplo güçlerinin de payının olduğunu biliyoruz. Bu hesap vermemezlik ve kanun tanımamazlık bununla bağlantılıdır. Bu güçlerin özünde, Kürt Halk Önderi’nin paradigmasından Ortadoğu perspektifinden korktuklarını da biliyoruz. Perspektifin hayata geçirilmesi Ortadoğu’da istedikleri gibi at koşturamayacakları anlamına geliyor. Ancak Kürt düşmanı çevreler, isteseler de perspektifin yayılmasına engel olamazlar. Çünkü Önderliğimizin tezleri zaten dışarıdadır.    74 ülkede aydın, yazar ve akademisyenlerin çağrısı ile tecride karşı bir kampanya başlatıldı. Cezaevleri de bu kampanya kapsamında açlık grevi eylemlerine başladı. 2018 yılındaki açlık grevlerinin öncüsü olarak, bu eylemsellik sürecini nasıl değerlendiriyorsunuz?   Kampanya Kurdistan ve Kürtlerin olduğu, Öcalan’ın fikirlerinin yankı bulduğu tüm coğrafyalarda çeşitli eylem ve etkinliklerle devam ediyor. Bizler de Kürt politik tutsaklar olarak bu kampanyaya dahiliz. Ailelerimiz de birçok kentte nöbet eylemi başlattı. 27 Kasım’dan bu yana cezaevlerinde dönüşümlü açlık grevi eylemleri var. Eylemcilerin talepleri çok net; Kürt Halk Önderi’nin özgürlüğü, Kürt sorunun demokratik çözümü, cezaevlerinde ölüme terk edilen hasta tutsakların tahliyesi gibi birçok talebi içermektedir. 2018 yılında bu taleplerle bir greve başlamıştık. Kısa sürede binlerce tutsağın dahil olduğu bu eylemden 14 Temmuz ruhunun çok canlı olduğunu görebilmiştik. 7 Arkadaşımız zindanlarda, iki arkadaşımız da Avrupa’da Önderliğe bağlılıklarını fedai bir ruhla ortaya koydular.      Zülküflerin, Aytenlerin o dönem ölümsüzleşen hevallerimizin acısı hala yüreğimizde tazeyken, sisteme ‘kahrolası yasalarınızı uygulayın, tecridi kaldırın’ demek için yeniden grevlerin başlaması içimizi çok acıtıyor.    Zülküflerin, Aytenlerin o dönem ölümsüzleşen hevallerimizin acısı hala yüreğimizde tazeyken, sisteme ‘kahrolası yasalarınızı uygulayın, tecridi kaldırın’ demek için yeniden grevlerin başlaması içimizi çok acıtıyor. 2018 eylemlerine baktığımda;  keşke tecridin kaldırılmasını değil, Önderliğin özgürlüğünü hedefleseydik. Verdiğimizim bedellerin karşılığı özgürlüğe giden yol olmalıydı. Sonuçta Osmanlı’da oyun çok. Sadece birkaç avukat görüşmesinin sonunda tecridi sürdürdüler. Bu kampanyanın gelip zindanlarda somutlaşması ağır bedellere neden olacaktır. Bu gergin eylemin farklı bir noktaya evrilmemesi için herkese çok büyük görevler düşüyor. Hareketimizin dünyanın tamamına yayıldığı gerçeği, teknolojinin sınır tanımayan varlığı, özgürlüğün yaşamsal bir ihtiyaç olduğu bu günlerde Gandivari eylemlerin yaratacağı etki ön görülmelidir. Eylem zindanlarda direnen tutsaklarla sınırlı kalmamalı. Çeşitlenerek devam etmelidir. Aksi halde, yine zindan kapılarından tutsakların cansız bedenlerini alacak aileler. Herkes kendi pratiğini bir kez gözden geçirsin.    Ortadoğu’da Kürt sorunu kadar köklü sorunlardan biri de İsrail Filistin meselesi. 7 Ekim’de Gazze’de başlayan savaş ortamına ilişkin geçici ateşkeslerden öte bir çözüm tartışılmıyor. Bir birine benzeyen Kürt sorunu ve İsrail Filistin arasındaki savaş sorununa karşı çözüm nedir?    Dünyanın hegemon güçleri, kaos ve krizleri severler. Zira varlık sebepleri bunlardır. Ürettikleri yeni modern silahları deneyecekleri alanlara ihtiyaçları var. Ukrayna-Rusya savaşı tam da bu nedenle devam ediyor. Rusya adeta ‘Siz hepiniz ben tek’ diyor. Nükleer silahlara güveniyor. Dikkat edilirse ABD-Rusya hiçbir zaman savaşmaz, ama her zaman paylaşırlar. En önemli meziyetleri çelişkileri derinleştirmektir. Filistin İsrail meselesi de konseptin bir parçasıdır. İstediğinde bir çırpıda çözülecek bir meseledir. Ancak yıllara yayılarak, kontrollü devam etmesini istiyorlar. Bunun tam da eşitsiz tarafları asimetrik savaşına evrilmiş durumdadır. Bir taraftan dünyanın en gelişmiş silahları, bir tarafta halkın öz gücü… Daha şimdiden en az on binlerce insanın yaşamını yitirdiği söyleniyor. Çokça bilinen bir gerçektir ki; savaşları erkekler ve şirketler çıkartır ama en çok kadınlar, çocuklar ve masum halklar ölür. Dünyanın tüm sözüm ona uluslararası insan hakları kurumları ise sadece endişeli, kaygılı olduklarını söylemekle yetiniyorlar. Çünkü savaşlarda önce hakikat ölür. Kürt Halk Önderi, yıllar önce uluslararası kurumların işlevlerini yitirdiğini söylemişti. BM, AB, AK, NATO vb. kurumların kapitalist modernitenin aparatı olduklarını söylemişti. Bugün herkes bu gerçekliği görebiliyor. Kürt halkı ile Filistin halkının yaşadıkları çok benzer ve acıları ortaktır. Kendi toprakları üstünde mülteci durumundalar. Yaşamadıkları zulüm şekli kalmadı. Ancak her iki halkın da soykırım politikalarına karşı destansı direnişinin yanında eksik bıraktığı en temel mesele kendi iç birliktelikleridir. Halklarımızın ve kurumlarımızın kendi içlerindeki parçalı duruşlar, en çok da mücadelelerine zarar veriyor. Bir kesim destansı mücadele verirken, diğer kesim ise ‘Stockholm Sendromu’ yaşarsa sonuç herkese kaybettirir.    Bu nedenle yaşanan süreçlerden doğru, dersler çıkartmak, birlik ve beraberliği öncelemek önemlidir. Artık dost gibi görünüp, özünde riyakâr olan kesimleri tanımak gerekir. Türkiye’nin Filistin politikası tam da böyledir. ‘Kurt ile yiyip, kuzu ile ağlamak’ misali ikiyüzlü politikalardır. AKP kendi iktidarı boyunca Hamas, Müslüman Kardeşler, ÖSO, IŞİD gibi örgütlerin ağabeyi rolünü üstlendi. Bu oportünist yaklaşımı ile İsrail devleti ile ticari ilişkilerini sürdürürken Filistin için de ‘Hamas terör örgütü değildir’ söyleminin ötesine geçmedi. Bir de Netanyahu uluslararası ceza mahkemesinde yargılansın talebine katılmamak mümkün değil. Bizce de dünyanın tüm diktatör katilleri, ellerinde masum halkların kanı olan kişiler yargılansın ve çok ağır cezalar alsınlar. Roboski’de, Cizîr’de,  Silopiya’da Ceylan’ı, Uğur’u ve daha on binlerce Kürdü katledenlerin failleri de yargılanmalıdır. Biz bunu mutlaka gerçekleştireceğiz, hiç kimsenin bundan kuşkusu olmasın. Onlar mazlum halklardan helallik istemeden ölmeyecekler. Asla alternatifsiz ve çaresiz değiliz. Çare; Türkiye ve İsrail zindanlarında direnen politik tutsaklardır, çare; Sakine Cansızların, Leyla Xalitlerin açtığı yolda kararlı adımlarla yürüyen Kürt ve Filistinli kadınlardır. Çare; Geli Dağı kadar heybetli, Munzur kadar coşkun akan gençlik hareketlerindedir. Sözün özü; 21’inci yüz yılda zafer statüsünü elde etmiş ve özgürlük halayına durmuş halklarımız olacak. 2024 yılında bu anlamda gelişecek olan başarılara tanıklık edecek bir yıl olacak. Hani sevgili ozan diyor ya; ‘Korkuyorlar, korkacaklar, korksunlar, geliyoruz, geleceğiz yakındır, şura doğu, şura batı demeden, güvercinleri salacağız yakındır,’ Evet, yakındır, serkeftin.    MA / Dicle Müftüoğlu - Sincan Kadın Kapalı Cezaevi