ANKARA - Abdullah Öcalan’ın özgür çalışma koşulları sağlanmadan çözümün olamayacağını belirten KCK Yürütme Konseyi üyesi Zübeyir Aydar, Erdoğan’ın silah bırakma açıklamalarına dair “Bu bir tehdit söylemidir. Savaş diliyle, tehdit diliyle barış olmaz” dedi.
PKK Lideri Abdullah Öcalan'la ile Halkların Eşitlik ve Demokrasi Partisi (DEM Parti) arasında yapılan görüşmeler ile Kürt sorunun çözümüne dair tartışmalar sürüyor. AKP yetkilileri Kürt sorunun çözümünde hiçbir adım atılmamışken PKK'nin silah bırakması üzerinden sorunu tartışırken, Kürt siyaseti ise "silahın Kürt sorunun bir sonucu olduğunu", sorunun çözümü durumunda sonucun da ortadan kalkacağı görüşünü savunuyor. Mezopotamya Ajansı'nın (MA) sorularını yanıtlayan KCK Yürütme Konseyi üyesi Zübeyir Aydar, "Siz meseleyi yalnız silah olarak ele alırsanız, Kürtlerin elindeki silahı görüp onu sorun yaparsanız, birinin elinden silah alsanız dahi bir başkası yine silah alır. Bu açıdan, meseleyi bir bütün olarak ele almak lazım" dedi.
İmralı Heyeti ile PKK Lideri Abdullah Öcalan arasında gerçekleşen ikinci görüşmeye dair detaylar ortaya çıkmaya başladı. Açığa çıkan mesajları ve görüşmeyi nasıl değerlendirdiniz?
Başkan Apo ve hareketi nettir. Önemli olan karşı tarafın ne düşündüğü ve ne yapacağıdır.
Şimdi, İmralı heyetlerin gitmesi önemlidir. Heyet iki kez gitti. Buna değer biçiyoruz. Her iki görüşmede de devlet yetkilileri orada hazır bulunuyor, onların da bulunması önemlidir. Ve bunu bir süreç başlangıcı olarak görüyoruz. Başkan Apo'nun mesajlarının dışarıya çıkabiliyor olması, direkt muhatap alınmış olması, bizim açımızdan önemlidir. Biz bunu önemsiyoruz. Bu açıdan, bir başlangıç olarak ele alıp bu sürecin gerçekten rayına oturarak devam etmesinden yanayız. Bugüne kadar Başkan Apo'nun ortaya attığı görüşler birbirine yakındır. Bu konuda Başkan Apo ve hareketi nettir. Önemli olan, karşı tarafın ne düşündüğü ve ne yapacağıdır.
Bir yandan görüşmeler devam ederken, bir yandan ise PKK'ye tasfiye, silahsızlanma çağrıları yapılıyor. Bu noktada "PKK bir neden mi, bir sonuç mu?" sorusu önem kazanıyor. Erdoğan ve Bahçeli tarafından PKK'nin silahsızlanması söylemlerini nasıl değerlendiriyorsunuz?
PKK'ye "Silah bırak, kendini feshet, kendini tasfiye et" gibi çağrılar yapılıyor, çok üst perdeden çağrılar yapılıyor. Kürtler neden silah ellerine aldılar? Siz sonucu ortadan kaldırırsanız, nedenleri ortadan kaldırmasanız yine aynı sonuçla karşılaşırsınız. PKK olmasa da başka birileri silah alır eline. Yani, Kürtlerin silaha ihtiyacı olmadığı bir ortam yaratılması lazım. Başkan Apo dedi ki: "Eğer şartlarım uygun hale getirilirse, önüm açılırsa, ben bu süreci şiddetten, hukuk ve siyaset zeminine çekebilirim." Kürtlerin talebi, bu işi hukuk ve siyaset zemininde çözmektir. Ama siz meseleyi yalnız silah olarak ele alırsanız, Kürtlerin elindeki silahı görüp onu sorun yaparsanız, birinin elinden silah alsanız dahi bir başkası yine silah alır. Bu açıdan, meseleyi bir bütün olarak ele almak lazım. Meseleyi, bir halkın hakları, özgür yaşamı, halkın dili, kültürü, kendisini yönetmesi temelinde ele alarak değerlendirmek lazım. Yoksa ortaya çıkmış bir sonuç, nedenlerden dolayı çıkmış bir sonuçla uğraşırsanız meseleyi çözemezsiniz. Mesele, köklü ele alınıp ona göre her şey yerli yerinde tartışılarak sonuca gidilmeli.
PKK neden silahlandı? Hangi koşullarda silah bırakır?
Koşulları değiştirmeden işte, "Silah bırak" veya "Mücadeleden vazgeç" demek doğru değil. Koşulların oluşturulması gerekir.
O dönemi hepimiz biliyoruz. Cumhuriyet'in kuruluşundan boyuna Kürtlere yönelik olan uygulamalar var. İnkar ve asimilasyon var, yok etme var. Bütün bunlara karşı bir silahlı mücadele gelişti. Şimdi koşullar değişti mi? Hayır. Yani, 1970'lerin, 1980'lerin koşulları değişti mi? Bana göre hiçbirisi değişmemiş, anayasa değişmemiş, Kürtlerin varlığı tanınmıyor, dili, kültürü asimile edilmeye çalışılıyor, hiçbir yönetsel hakları yok, halk olarak tanınmıyor. Bundan dolayı, her gün tutuklamalar, operasyonlar ve zulümle yüz yüze geliniyor. Yani, 1980'lerdeki, 1970'lerdeki, diğer zamanlardaki koşullarla, bugünkü koşulları karşılaştırdığın zaman farklar var. Ama Kürtler açısından koşullar değişmemiştir. Kürtler, o gün ne kadar zulüm yaşıyorlarsa, bugün de aynı zulmü yaşıyorlar. Bugün de bu zulme karşı direnmek gerekir; o gün de direnmesi gerekiyordu, bugün de direnmek gerekir. Bu açıdan, koşulları değiştirmeden işte, "Silah bırak" veya "Mücadeleden vazgeç" demek doğru değil. Koşulların oluşturulması gerekir.
Abdullah Öcalan'ın mevcut tecrit koşulları, onun müzakere süreçlerindeki etkinliğini nasıl etkiliyor? Güvenlik, sağlık ve özgür çalışma koşulları sağlanmadan, tecrit kaldırılmadan rolünü nasıl oynayabilir?
Başkan Apo üzerindeki tecrit devam ediyor. İki tane ziyaret yapıldı diye tecrit kalktı diyemeyiz. Bu süreçte, ayda bir heyet gitsin, Başkan Apo'yu ziyaret etsin, üç-dört saat görüşsün; bu mesele çözülsün. Böyle bir şey olmaz. Bunun imkanı yok. Zaten geçmiş süreçte de bunun olmadığı görüldü. 2013–2015 sürecinde devlet zaten böyle yaklaştı ve sorun orada tıkandı. Şimdi, bu iş öyle kolay çözülecek bir sorun değil. Başkan Apo bu hareketin kurucu lideridir, baş müzakerecisidir. Bu konuda belirleyici rol sahibi bir şahsiyettir, bir liderdir. Bu açıdan, rahat ve özgür çalışma koşulları sağlanmadan bu iş olmaz. Zaten kendisi de daha önce sağlık, güvenlik ve özgür çalışma koşullarından bahsetti. Geçmiş 2013–2015 sürecinde de, bu koşullar sağlanmadığı için kendisi "Ben aradan çekiliyorum" dedi. Yani, ben bu işi bu şekilde yürütemem. Başkan Apo'nun bu işi yürütebilmesi için, kendisinin herkesle; örgütü dahil özgürce temas kurma, görüşebilme, dünyadaki bilgi ve belgelere ulaşabilme imkanlarına sahip olması lazım. Heyetini istediği şekilde kurabilmesi lazım. Türkiye'de görüşmek istediği siyasi parti, akademisyen, gazeteci, basın-yayın organları ve her kimseyle, her düzeyde sınırsız diyalog kurabilmesi lazım. Yani, bu açıdan mevcut İmralı koşullarında, bu şekliyle bu süreci sağlıklı yürütebilmesi mümkün değil. Başkan Apo'ya "Açıklama yap, şunu yap" diyenler bu koşulları sağlamakla mükelleftirler. Ve bu koşullar sağlamadan da bu işin sağlıklı yürüyebilmesi mümkün değildir.
Öcalan'ın özgürlüğünün sağlanması ve Kürt sorununun demokratik çözümü bölgedeki emperyalist planları nasıl etkiler? Bu planların bozulmasında Öcalan'ın rolü nedir?
Başkan Apo'nun ortaya koymak istediği çözüm de tamamıyla yerli, karşılıklı ve bölge halkları için temel oluşturan; birlikte özgürce yaşama, birlikte geleceği koruma planları çerçevesinde bir paradigmadır.
Başkan Apo'nun özgür olması ve bu sorunun da demokratik çözüme kavuşması, Türkiye ve Ortadoğu için yepyeni bir ufuktur. Hepimiz biliyoruz, ortada büyük bir sorun var. Kürt sorunu, tek başına Türkiye ile sınırlı değil. Türkiye'de var, İran'da var, Irak'ta var, Suriye'de var. Tüm bölgeyi etkiliyor; hatta Avrupa'yı etkiliyor. Bir dünya meselesi haline gelmiş. Bir yerde sorun varsa, birileri de oralarda ilgileniyorlarsa -ki Ortadoğu gibi, dünyanın gözü önünde; bütün uluslararası güçlerin orada çıkarları var, hepsinin orada kulları var- mutlaka bu sorunlara kendi perspektiflerinde bir biçimde karışırlar. Ama kendi çıkarları ve kendi gündemleri çerçevesinde ilgilenirler. Ama esas mesele, bölge halklarıyla olan ilişkidir. Bunlarla oturup çözüldüğü zaman, dışarıdan kimse gelip elini işin içine sokamaz. Ortada sorun varsa, başkaları bu işe karışır. Bundan dolayı, Başkan Apo'nun ortaya koymak istediği çözüm de tamamıyla yerli, karşılıklı ve bölge halkları için temel oluşturan; birlikte özgürce yaşama, birlikte geleceği koruma planları çerçevesinde bir paradigmadır. Böyle bir biçimde yaklaşıyor. Başkan, bütün o dış çevreler elini bu işe sokmasın diye, "Kendimiz çözelim" yaklaşımı içinde. Bu konuda rol sahibidir, ısrarcıdır. Bölgede başkaları gelip içimize elini sokmasın diyenler, Başkan Apo'nun önünü açmak durumundadırlar. Bu, bütün bölge halkları için en uygun yoldur, yöntemdir. Bunun sağlanması gerekir.
Öcalan'ın "Ya benim çözümüm ya ABD'nin çözümü" şeklindeki ifadesi ne anlama geliyor? Bu bağlamda, Öcalan'ın önerdiği çözüm modeli ile ABD'nin yaklaşımı arasındaki temel farklar nelerdir?
Ya, biz kendi aramızda oturup, kendi sorunlarımızı diyalog yoluyla ve halkların çıkarı temelinde çözeriz ya da, başta ABD olmak üzere ki, bölgede herkes, -yalnız ABD değil; birçok güç, buna Rusya, Çin dahil, Avrupa dahil birçok güç- elini bu işlerin içine sokar. Bu kimsenin çıkarına değil. Biz şunu biliyoruz: Dışarıdan güçler bölgeye geldiğinde, kendi gündemleriyle gelirler. ABD neden Kürtler, Türkler veya Araplar ve Farslar için gelip burada, çıkarı olmadan çözümler geliştirsin? Bu, diğer ülkeler için de geçerlidir. O açıdan, burada Başkan Apo'nun sesine kulak vermek lazım. Başkan Apo'nun ortaya koyduğu paradigma diyor ki: "Biz, bölge halkları olarak kendimiz bir araya gelelim, beraber bu işi çözelim." Biz işimizi çözerken başkalarından yardım isteyebiliriz. Yol, yöntem konusunda, farklı konularda yardım isteyebiliriz. Ama, başkalarının istediği biçimde değil, bölge halklarının çıkarı temelinde. Yaklaşım budur, çağrı budur, mesele buradadır. Bu açıdan, herkesin bu çağrıya kulak asması lazım.
Öcalan'ın Türkiye için "Gazze'ye, Suriye'ye benzer" uyarısı var. Bu mesele çözülmezse nasıl bir tehlike söz konusu?
Eğer çözemezsek Gazze gibi olabiliriz, Suriye gibi olabiliriz. Eğer Filistin'de Araplar ile Yahudiler bir araya gelip, gerçekten diyalog yoluyla bir çözüm bulabilmiş olsalardı, bu 100 yıllık savaş durdurulabilirdi. 100 yıldır orada kan dökülüyor. Bu kadar acı yaşanmazdı ve insanlar birlikte yaşayabilirlerdi. Suriye'de, bazı demokratik adımlar atabilmiş olsaydı, bir azınlık iktidarı yaratılmamış olsaydı, demokratikleşme olsaydı, kaos yaşanmazdı. 14 yıldır Suriye'de neler yaşanmadı ki? Başkan Apo, "Eğer biz kendi aramızda bu sorunları çözmezsek, bu örneklerle karşılaşabiliriz" diye doğru söylüyor. 15 yıl önce birileri "Suriye'de bir yıl sonra, böyle gösteriler başlayacak, bu kadar kan akacak, bu kadar insan ölecek, bu kadar insan yerinden yurdundan olacak, bu kadar ülke yıkılacak" deseydi kimse inanmazdı, ama oldu. Eğer Türkiye ve İran da bundan ders çıkarmazsa, halkın sesi duyulmaz, bastırma yoluyla üzerine gidilirse, (Suriye'dekine) benzer şeylerin buralarda olmaması önünde engel yok.
Ortadoğu'da ulus-devlet sisteminin çöküş süreci, Türkiye ve İran gibi ülkeleri nasıl etkiliyor? Bu durum, bölgedeki Kürtler açısından ne tür fırsatlar veya zorluklar yaratıyor?
Her etnik kimlik, her kültür, her inanca; anayasal çerçevede ve özgürce kendisini ifade edip yaşatabilme, örgütleyebilme olanağı sağlanarak bu iş çözülebilir.
Türkiye'de zaten Cumhuriyet'le birlikte, aslında İttihat-Terakki ile başlayan bir ulus devlet kurma süreci var ki ne kadar acılı bir süreç olduğu ortada. İran'da da benze, aynı dönemlerde başladı. Ulus devlet, bölgede uygun değil. Halkları birbirine kırdırıyor, ezen ezilen ulus yaratıyor. Bu açıdan, bu statükoculuğun aşılması lazım. Hem Türkiye'de hem İran'da aşılması lazım. Irak'ta, Suriye'de oluş devletin nelere yol açtığını gördük. Bunu herkes gördü, herkes görüyor. Bu açıdan, Türkiye'nin, İran'ın bir değişim sürecine girmeleri lazım. Bütün etnik kimliklerin, kendilerini özgürce ifade edebilecekleri bir ortamın yaratılması lazım. Bunun yanında tek bir kimlikle, tek bir inançla bu iş olmaz. Mesela, Türkiye'de dayatılan Türk-İslam sentezi. "Türk olacaksın, Müslüman olacaksın, ama Müslümanlar da Sünni Müslüman olacak" direkt böyle söylenmiyor, ama yaratılmak istenen şey budur. İşte, Tayyip Erdoğan'ın, "Tek millet, tek devlet, tek dil" söylemi, bütün teklemeleri bununla ilgili. Bu tekleşme, her tarafta sorunlar yaratıyor. Ulus devlet statükoculuğunun bu işi çözmediği ortada; demokratik ulus paradigması ile bu işi rahat çözebiliriz. Her etnik kimlik, her kültür, her inanca; anayasal çerçevede ve özgürce kendisini ifade edip yaşatabilme, örgütleyebilme olanağı sağlanarak bu iş çözülebilir.
Devlet Bahçeli'nin "devletin bekası" söylemiyle Türk-Kürt birliğine vurgu yapmasının arkasındaki motivasyonlar nelerdir? Bu söylem sadece bir manipülasyondan mı ibaret?
Durup dururken, Bahçeli'nin gidip DEM Parti'ye bir mesaj vermesi, selam vermesi ve sonrasındaki bu mesajları vermesi nereden kaynaklanıyor? Bütün bunların bu dönemde bu kadar seslendirilmesi önemlidir, ama bunun altını doldurulması lazım. 7 Ekim 2023'te başlayan, yani Hamas'ın saldırısıyla başlayan süreç, süreç giderek daha fazla genişliyor. Bölgemizde bir Üçüncü Dünya Savaşı yaşanıyor; bütün bölgesel güçler ve küresel güçler bu işin içindedir. Savaş, Filistin'le sınırlı kalmadı; Lübnan'a, Suriye'ye taşındı; rejim gitti, Yemen'e taşındı; Irak'a, İran'a taşınıyor. Türkiye'ye gelmeyeceğini kimse garanti edemez. Böyle bir ortamda, Kürtlerle Türklerin kendi aralarında sorun yaşaması ne, Kürtlerin lehinedir ne de Türklerin lehinedir. Bu açıdan, Türk-Kürt birliği temelindeki yaklaşım doğru bir yaklaşımdır. Ama bu yaklaşım sözde kalmamalı, bir manipülasyondan ibaret olmamalı, bir kandırma ve zaman kazanma, oyalama olmamalı. 32 yıldır hareketimizin Türk devletiyle 93'te başlayan süreçten bu yana çokça böyle süreçler yaşandık, ama hiçbirinden istediğimiz sonucu alamadık, çünkü karşı taraf bu işe hazırlıklı değildi. Zaman kazanmaya yönelikti. "Bölgede sorunlar var; fırtına geçene kadar biz bu işi kendi aramızda tartışalım, zamana yayalım. İşten geçtikten sonra, tekrar istediğimiz şeyi gibi davranırız, bildiğimizi okuruz" gibi bir yaklaşım olmamalı.
Erdoğan'ın, "Ya silahlarınızı gömersiniz ya da biz sizi silahlarınızla birlikte gömeriz" tehditlerini nasıl karşılıyorsunuz?
Türkiye destekli güçler ve Türkiye kendisi de, içinde hava kuvvetleriyle, her şeyle içinde Kürt güçlerine saldırıyor. Şimdi, bu görmezden gelinemez. Hem böyle yapacaksın hem de "Ben, barış arayışı içindeyim". İkisi birbirinde bu şekilde yürüyemez.
Bu bir tehdit söylemidir. Bu tehditleri kabul etmeyiz, pabuç da bırakmayız. Barış istiyorsak barışırız, diyalog istiyorsak diyalog kurarız. Savaş diliyle, tehdit diliyle barış olmaz. Bu bir barış söylemi değildir. Eğer, yaklaşım bu olursa sorun zaten çözülmez, sonuç da alınmaz. Hükümetin uygulamalarına bakıldığında, sürece uygun bir uygulama göremiyoruz. Yani, bir taraftan Kürdistan belediyelerine kayım atacaksın, bir taraftan her tarafta operasyonlar yürüteceksin, askeri, siyasi, bütün her türlü operasyonları yürüteceksin. Her gün orayı burayı bombalayacaksın, binlerce insanı gözaltına alıp cezaevlerine dolduracaksın, Rojava'ya her gün saldıracaksın. Bakın, 8 Aralık'tan bu yana da Suriye'de çatışmalar tümden durmuş her tarafta, ama Rojava'da devam ediyor. Türkiye destekli güçler ve Türkiye kendisi de, içinde hava kuvvetleriyle, her şeyle içinde Kürt güçlerine saldırıyor. Şimdi, bu görmezden gelinemez. Hem böyle yapacaksın hem de "Ben, barış arayışı içindeyim". İkisi birbirinde bu şekilde yürüyemez. Herkesin, yani, bunu görmesi lazım; buna göre davranması lazım. Bu açıdan, "Çağrı yapın; Başkan Apo şöyle yapsın, böyle yapsın" denilemez. Bu şartlarda, sonuç alamaz, mümkün görünmüyor. Dillerini, bu sefer en azından, değiştirmeleri lazım.
İmralı görüşmelerinin medya tarafından ele alınış biçimi ve kamuoyu algısı hakkında ne düşünüyorsunuz?
Hükümetin dili uygun bir dil değil. Bu aynı şekilde Türk medyasına da yansıyor. Medya, hükümetin diline bakarak kendisine göre pozisyon alıyor. İktidar medyasının bu konudaki yaklaşımı sorumsuzcadır. Bazen, ahlaki sınırları aşan özel savaş algısı yaratmaya çalışan bir medya dili oluyor. Bu açıdan medyanın da çok sorumlu davranması lazım. Bir kısım medya sorumlu davranıyor, ama çok azdır. Bir psikolojik savaş dili işte. "Bittiler, yok oldular, bilmem ya böyle olacaklar ya şöyle olacaklar" diye zaman zaman gerçeğe uymayan beyanatlar veriyorlar ve kamuoyunu manipüle ediyorlar. Aynı zamanda, tartışma programlarında da bizden insanları katmıyorlar. Kendilerine göre bir heyet oluşturuyor, bizim adımıza da kendileri tartışıyorlar. Bu doğru bir yaklaşım değil. Biz, eğer bu işleri çözeceksek, medyanın da bu konuda kamuoyunun oluşturulmasında çok etkili bir organ. Ona göre davranılmalı.
MA / Fırat Can Arslan