ANKARA - Spinoza’nın “Gerçekte barış, basitçe savaşın olmayışı değildir, kaynağını ruhun gücünden alan bir erdemdir” sözlerine atıfta bulunan yazar Selahattin Gezer, “Sarmaşık filminde geçen bir repliği artık herkes soruyor: Kürt nerede?” dedi.
Kürt kimliği hak talebinden öte hegemonik anlatılara karşı alternatif bir yaşam biçimi olarak yükseliyor. 100 yıllık anlayışın Kürtleri tarih dışı bırakma çabalarına rağmen, Kürt direnişi kendi zamansallığını ve mekânlarını kurarak bu dayatmayı boşa çıkarıyor. Kürt halkı, barışı sadece çatışmasızlık değil, etik bir bağ kurma süreci olarak tanımlıyor. “Onurlu barış” kavramı, Kürt direnişinin etkin gücünden besleniyor ve pasif bir uzlaşmadan ziyade aktif bir yaşam paradigması öneriyor. Kürt hafızası, devletin homojenleştirme çabalarına karşı dinamik bir direnişle yeniden üretiliyor. Devlet, Kürt belleğini bastırmak veya araçsallaştırmak için mekânları ve resmi anlatıları kullanırken, Kürtler heterojen bir bellek inşa ederek direnişi canlı tutuyor.
Araştırmacı-yazar Selahattin Gezer, Kürt sorununun tarihsel, politik, etik ve felsefik boyutlarına dair Mezopotamya Ajansı'nın (MA) sorularını yanıtladı. Gezer, "'Adı dahi bilinmeyen bir halkın kurtuluş mücadelesini yürüttük' diyen o insanlar; aslında Kürt hareketinin paradigmasının zamandışı bir zamansallık da ürettiğini ifade etmeye çalıştılar" dedi.
Devlet ile Kürt hareketi arasındaki müzakere asimetrisi, yalnızca mevcut politik koşullardan mı kaynaklanıyor, yoksa Türk ulus-devlet inşasının ontolojik bir sonucu mu? Bu asimetriyi ortadan kaldırmak için Kürtler önerilen yapısal reformlar (federasyon-özerklik vb.) Türkiye’nin merkeziyetçi geleneğiyle nasıl uzlaştırılabilir?
Yaklaşık yüz yıldır yaşanan bütün kriz-çatışma dinamiklerini hatta Türk ve Kürt halklarının kendilerini ve birbirlerini algılama biçimlerini Türk ulus-devlet inşasının ontolojik karakterinden bağımsız ele almak mümkün değildir. Hatta Türk ulus-devleti, mevcut küresel postmodern durum içinde ulus-devletin ontolojik koşulları değişirken bile kendi geleneksel kodlarını koruma noktasında büyük bir direnç göstermektedir. İnsanlara abartılı gelebilir ama hem Türk ulus-devletinin hem de küresel imparatorluğun karşısında Kürt hareketinin ortaya koyduğu paradigma, aslında bir karşı-küreselleşmenin inşa kabiliyetini özünde barındırmaktadır. Mevcut asimetrinin korunması ve asimetrinin ürettiği şiddetin sürekliliği noktasında devletin bu denli ısrarcı olmasının kökeninde paradigmanın uzanımsal güç üretebilme kudreti yatmaktadır. Çünkü dönüşen bir Kürtlük, Türklüğü de değişime zorlamaktadır.
Devlet bunun farkında mı?
Sarmaşık filminde geçen bir repliği artık herkes soruyor: “Kürt nerede?” İşte tam da bu “nerede” sorusu belirleyici olmanın kudretini ortaya koyuyor.
Devlet, eğer değişecekse bu değişime kurucu ilkelerinden başlamak zorunda olduğunu iyi biliyor. Böylesi bir değişimde; Türklüğün ayrıcalık, imtiyaz, üstünlük, katmanları parçalanacak ve dolayısıyla bütün iktidar-güç ilişkileri baştan sona yeniden tanımlanacaktır. Özetle, küresel imparatorluk düzleminde Türk ulus-devleti, bugün ulusal sınırların ötesinde alt emperyalist arzularını temel strateji haline getirmiş bulunmaktadır. Devletin; Ukrayna, Suriye, Kürdistan ve İran coğrafyasındaki etki ve müdahale alanlarını düşündüğümüzde devletli egemenliğin artık salt ulusal sınırlarla açıklanabilir olmaktan çıktığını söyleyebiliriz. Son olarak uzlaşma-reform konusu da artık sadece Türk ulus-devlet sistemi içinde düşünülemez. Öbür taraftan Kürt hareketinin paradigmasının küresel ve uzanımsal güç dinamiğini hesaba kattığımızda; Kürtler 3’üncü Dünya Savaşı’nın en önemli aktörleri haline gelmiştir. Sarmaşık filminde geçen bir repliği artık herkes soruyor: “Kürt nerede?” İşte tam da bu “nerede” sorusu belirleyici olmanın kudretini ortaya koyuyor.
Barış, yalnızca çatışmanın sonu değil, aynı zamanda karşılıklı bir etik bağ kurma süreci olarak nasıl yeniden tanımlanabilir?
Elbette barış, öncelikle etik düzlemde kurulmalı. Dünyadaki çatışma-uzlaşma deneyimleri üzerine uzun dönem çalışmış olan Fisas, “Barışmak istiyorsanız öncelikle bir şeylerden vazgeçmek zorundasınız” der. Bence bu topraklarda Modernist Marksistler de dahil olmak üzere birçok kesimin barış konusunu etiğin değil ahlaki düzlemin problematiği haline getirmiş olması, meseleyi iyice içinden çıkılmaz hale getirmiştir. Hobbes, “Zira savaş kuvvet yoluyla mücadele etme iradesinin kelimeler veya edimler ile yeterince açık bir şekilde bilinir kılındığı bir zamandan başka nedir ki? Diğer tüm zamanlara barış denir” der. Dikkat ederseniz barışın bu şekilde olumsuzun dolayımı ile kuruluşunun oldukça eski bir tarihi vardır. İşte modernitenin kodlarıyla çalışan bir zihin, bu olumsuzun ahlaki düzlemine sıkışıp kaldığı için ‘onurlu bir barış’ kavramını da doğalında anlamayacaktır. Onurlu barış kavramsallaştırması, barışın bir sıfatı olmasının ötesinde barışın etkin bir yerde kurulmasına gönderme yapar. Kürt halkının yıllarca “Ya Onurlu Bir Barış Ya Görkemli Bir Direniş” sloganlarıyla meydanları inletmeleri bize bir şey anlatmaktadır. Etkinlik düşüncesi bağlamında Spinoza’ya yolumuz düşmektedir. Spinoza, “Politik İnceleme” adlı eserinde şöyle diyecektir: “Gerçekte barış, basitçe savaşın olmayışı değildir, kaynağını ruhun gücünden alan bir erdemdir.” Dolayısı ile barış artık ruhun gücü olarak erdem ile aynı düzlemdedir. Olumsuzlayarak ulaşılan ahlaki edilginliğe karşı olumlama ile ulaştığımız etik-politik bir inşa düzleminde Kürt paradigmasının ürettiği “onurlu barış” kavramı kaynağını ruhun gücünden, etkinliğinden, yani Kürdistan’ın direnen bedeninden almaktadır.
Türkiye’de Kürt meselesine dair kurulan tüm resmi ve muhalif diller, Kürtlerin tarihsel hafızasına temas edemediği ölçüde eksik kalıyor. Sizce bu hafıza neden sürekli bastırılmak ya da araçsallaştırılmak isteniyor? Hafızanın politikleştirilmesi nasıl mümkün olabilir?
Kürt hareketi, direnişin virtüel kuvvetlerini, tüm geçmişi yani edimselleşmemiş kuvvetlerini yan yana getirerek tüm geçmiş, şimdi ile şu anın varoluşu üzerinden bir kolektif hafıza inşa eder.
Hafıza konusu son derece problemli ve tartışmalara açık bir alan. Hafızayı incelerken Marksizmin aşağıdan tarih tezi dahil bütün geleneksel yaklaşımları yapı sökümüne uğratmanın da devrimci bir müdahale olduğuna inananlardanım. Bir direnişi süreç terimleri ile analiz etmek demek onun hem virtüel hem de edimsel kuvvetleri ile analiz etmek demektir. Dikkat ederseniz; devlet devrimcilerden daha fazla hafızaya ihtiyaç duyar. Çünkü devlet yapısal olarak kendinde üretim yapan yani kendi dışarısını içselleştirme yeteneğine sahip değildir ve mülkleştirme yoluyla çalışır. Yüzyıldır devletin hem Kürdistan’da hem Türkiye’de sadece kamusal mekanlar üzerinde yaptığı düzenlemeler bile hafıza inşasına ne denli ihtiyaç duyduğunu göstermektedir. Kürt Hareketi, direnişin virtüel kuvvetlerini, tüm geçmişi yani edimselleşmemiş kuvvetlerini yan yana getirerek tüm geçmiş, şimdi ile şu anın varoluşu üzerinden bir kolektif hafıza inşa eder.
Aslında homojenleştirilmiş bir hafızaya değil, tam tersine direniş belleğinin geçmişini bugüne doğru bükerek her gün kendini yeniden üreten bir hafızaya ihtiyacımız var. Arşiv fetişizmi ya da Kürtlüğü soyut bir tarihselliğe sabitleyerek oradan melankoli ve romantizm üreten bir hafızacılıktan devrimci bir edimsellik asla çıkmaz. Dikkat ederseniz, devlet ya da devletli düşüncenin elinden gelen tek şey, bu virtüel kuvvetleri önce homojenleştirilmiş bir edimselliğe indirgemek, sonra da kendi ürettiği homojenliği yok saymaktır. Devletin buradaki asli amacı direnişin de bu homojenlik içinde devinmesini sağlayarak direniş ile daha kolay mücadele etmenin olanaklarını yaratmaktır. Hafıza savaşının en yoğun yaşandığı alanlardan biri de mekanlardır. Mekânın sürekli dönüşümü ile bir yandan hafızasızlaştırma üretilirken bir yandan da bu unutulanın hatırlanması için mekânsal örgütlenmeler, örneğin müzeler ve anıtlar inşa edilir. Burada karışık bir hikâye varmış gibi görünür ama mesele çok basittir. Hafıza her zaman belirli bir mekanla birlikte çalışmak zorundadır ama heryerdeleşmiş bir Kürdistan kavramı ile birlikte bunu düşündüğümüzde derdimiz daha net anlaşılacaktır. Bu durumda artık belirli bir mekâna indirgenebilecek bir Kürdistan yoktur! Homojenleştirilemeyen ve buna direnen bir bellek hem sürekli coğrafyalar üretir hem de kendi “her zamanını” kurar.
Kürt halkı yüz yıldır inkâr edilen bir kimliği taşırken, bu kimliği hem kültürel hem siyasal olarak yeniden üretmeye devam ediyor. Sizce bu direnç hâlini artık sadece bir “hak talebi” değil, aynı zamanda Türkiye’de hegemonik olan tüm anlatılara karşı kurulmuş bir alternatif yaşam biçimi olarak değerlendirebilir miyiz?
Kürt hareketinin ürettiği paradigma Spinozacı anlamda bir “hak yaratma” pratiğidir. Demokratik modernite kavramsallaştırmasındaki demokrasi kavramı hiçbir zaman belli bir yönetim şeklini çağırmaz, tersine bir yaşam paradigması olarak karşımıza çıkar.
Kürtlük gibi devasa parametreleri ve uzamları olan bir meseleyi sadece hak talebine indirgemek doğru değil. Kürt direnişi bir “hak arama değil bir “hak yaratma” dinamiğidir. Hak talebi kavramsal olarak aydınlanma ve hümanist geleneğin devamı olmakla birlikte bedenleri pasifize eden bir araca dönüşmüştür. Oysa bedenleri -ki burada tamamıyla Kürt direnişinin yarattığı beden/i/leri kastediyorum- etkin bir yerden düşünmenin ilk aracı hak-güç dinamiğini esas almaktır. Böylece hak meselesi, bir kudret sorunu halini alır. Spinoza, bir mektubunda kudret konusunda Hobbes ile aynı düşündüğünü ancak aralarındaki farkın, Hobbes’in kudreti sözleşme yoluyla bir devlete/leviathana devrettiğini kendisinin ise bunu asla devretmediğini söyler. Dolayısı ile Kürt hareketinin ürettiği paradigma Spinozacı anlamda bir Hak Yaratma” pratiğidir. Örneğin demokratik modernite kavramsallaştırmasındaki demokrasi kavramı hiçbir zaman belli bir yönetim şeklini çağırmaz, tersine bir yaşam paradigması olarak karşımıza çıkar. Yani soruya dönecek olursak evet bu bir yaşam paradigmasıdır. Kaldı ki gücü de bir mekâna özgülemeyecek kadar kudretli bir paradigma olmasından dolayı sadece Kürtlere ya da Ortadoğu halklarına değil bütün dünya halklarına ve canlılarına çağrıda bulunur.
Sizce Kürt halkı sadece bir devlet tarafından değil, “Egemen zaman” tarafından da dışlanmış olabilir mi? Türkiye’nin resmi tarih anlatısı içinde Kürtlerin belleği neden sürekli geleceği olmayan bir geçmiş olarak kodlanıyor? Resmi tarih dışı bırakılmış bir halk, nasıl kendi zamanını kurar?
Kürt direnişinin paradigması modern zamanlardan dışlanmak şöyle dursun tersine bu zamanın dışında tamamıyla kendi etkinliği ile tarih sahnesine çıkmıştır. “Adı dahi bilinmeyen bir halkın kurtuluş mücadelesini yürüttük” diyen o insanlar aslında Kürt hareketinin paradigmasının zamandışı bir zamansallık da ürettiğini ifade etmeye çalıştılar. Hegel’in tarih dışılık kavramsallaştırması, tam da bu modernist zamansallığın ürünüdür. Bu şu demek aslında; zamanın homojen bir uzay (mekan) içinde tanımlandığı modern dünyayı gayet iyi biliyoruz. Aynı zamanda kapitalist yaşamın kurulması ve örgütlenmesi için de elzem olan bir homojenleştirmedir bu. Paris Komünü'nde saat kulelerine ateş eden komünarlar oradan dünyaya bir mesaj veriyorlardı. Biz kapitalizmin zamansallığını ret ediyoruz ve zamansallığa müdahale ederken aslında mekansallığı parçalıyoruz. Kürt hareketinin paradigması tam da kendi bedeninden gelen etkin gücü ile yani kendi kendini üretme gücü anlamında zamanı homojen değil heterojen bağlar kurmanın düzlemine çeker. Yani Dewreşê Evdî’yi Şengal Dağlarından Musul Ovasına inerek Semitik ordularına ağır darbeler indiren Aryenik bir gerilla olarak hikayeleştirmek, üretilen bu heterojenliği belli bir zamandışılığa çekmektir. Zamansız bir zaman üretimi denilen şey tam da budur.
Dewreşê Evdî’yi Şengal dağlarından Musul Ovasına inerek Semitik ordularına ağır darbeler indiren Aryenik bir gerilla olarak hikayeleştirmek, üretilen bu heterojenliği belli bir zamandışılığa çekmektir. Zamansız bir zaman üretimi denilen şey tam da budur.
Kürt’ü tanımamak, Türk’ü tarif etmenin zorunlu eşiği hâline mi geldi?
Zorunlu eşik, çok güzel bir tanımlama. Bahsettiğin bu zorunlu eşik Kürtlük ile Türklüğün karşılaştığı günden itibaren hep böylesi bir ilişkisellik üzerinden ilerlemektedir. Siyah nasıl beyazla karşılaştığı gün siyah olduğunu fark ettiyse; beyaz da siyah ile her karşılaşmasında kendini siyahın inkârı ve alt özellikleri üzerinden tanımlamıştır. Bu tartışma bizi beyaz Avrupalının ırkçılık tarihinin en başlarına kadar götürür. Abbas Vali, bir kitabında “Ne zaman Türklerin kendine bakışı değişirse Kürtlerin de kendine bakışı değişecektir” der. Bu belirleme kısmen doğru olmakla birlikte oraya bir şerh de düşmek gerekiyor. Kürtlerin kendine bakışı artık Türklük dünyasının asimetrisinin dışında bir yerde de kendini üretmektedir. Son yıllarda Türkiye’de yükselen korkunç bir cinsiyetçiliğin eşlik ettiği ırkçılık devlet ile halk arasındaki bütünleşik durumu daha da perçinleyerek Türklük Sözleşmesini yavaş yavaş Türklerin Sözleşmesi’ne doğru evirmiştir. İmamoğlu protestolarında faşist yığınların egemen sisteme yönlendirecekleri tepkilerini çoğunlukla Kürtlere yöneltmesini de biraz buradan okumak gerekir. Membi, “Beyaz Avrupalı, ırkçı bilinçaltını görmek istiyorsa ilk önce Afrika’ya nasıl baktığına baksın” derken tam da bunu kast etmişti.
Yüzyıllık inkâr ve bastırma politikalarına rağmen Kürtler hâlâ sevinmeyi, yas tutmayı, kutlamayı sürdürüyor. Sizce bir halkın kolektif duygularını canlı tutabilmesi, politik mücadelesinin neresinde durur?
Neredeyse iki yüz yıldır direnen bir Kürtlüğün ortaya çıkardığı duygulanımları mücadeleden yalıtık bir tarzda sadece psikolojikleştirmek ya da kaba bir indirgemecilikle “Kürtler bu kadar direngen, Kürtler bu kadar neşeli, Kürtler bu kadar kederli” şeklinde ölçeklendirmek duygular sosyolojisini sosyolojik kadastroculukla karıştırmaktır. Örneğin Kürtlerin Newroz konusundaki devrimci inadının arkeolojisini yapacaksak orada çekilen halayların ve giyilen elbiselerin sosyal medyadaki beğeni sayısına değil, 1992/93 yıllarında yüz yirmi beş evladının cenazesini sokaklardan toplayan bir halkın inadına bakmamız gerekiyor. Bu durum tam olarak “öznellik üretimidir.” Bu gündelik hayatın her taraftan tepemize çöken biyopolitikasına karşı direnişin biyopolitikasıdır.
Kürt çocukları konuşmayı öğrenmeden önce anadillerinin sakıncalı olduğunu sezerek büyüyor. Bu “sessizlikle terbiye edilme” hali, Kürt olmayı nasıl bir duyguya, nasıl bir suskunluğa dönüştürüyor? Yaygın bir görüş olarak öne çıkan “Politik olan bu travmatik başlangıçta mı başlar” sorusu bunu doğrular mı yoksa asıl travma “Türklüğün yok oluşu” korkusunda mı mevcut?
Anadil şiddetini çocukluğundan itibaren bütün çıplaklığıyla yaşamış biri olarak söylüyorum; Politik olan travmatik bir başlangıçtan doğmaz. Bu ülkede bütün ezilenler başkasının diliyle mükemmel konuşmak zorunda bırakılmıştır ve o yüzden kendi anadillerinde çoğunlukla ya kekeme, ya peltek ya da lal kalmışlardır. Ama öbür taraftan oluş her zaman katlanılamaz olanın içinde büyür. Eğer çocukluğumuzdan itibaren her gün yüzleştiğimiz bir mücadele gerçekliği olmamış olsaydı bugün bizler bambaşka bir hikâyenin içinde olmuş olurduk. Kürt oluş denilen kavramsallaştırma ile sadece Kürtlerin değil Türklerin de oluşa girmesi gerektiği bir oluştan söz ediyoruz. Sorduğunuz soruyu biraz tersine çevirelim: Türkler açısından çoğunluğun ya da egemen olanın belirli bir homojenliği sürdürmesi açısından bu travma Türklere daha çok uyuyor. Kürtlerin anadilinde eğitim talebini Türklüğün yok oluşu olarak görenlerin sayısı azımsanmayacak kadar çoktur bu topraklarda. O yüzden Sarmaşık filminde herkes oldukça travmatik bir şekilde her yerde Kürdü arıyor. Eğer biz tartışmayı Freud-Lacan hattının içinden sürdürürsek evet travma Türkün travmasıdır.
MA / Fırat Can Arslan