DÊRSIM - 12 Eylül Askeri Darbesi sırasında Diyarbakır 5 No'lu Cezaevi'nde yaşanan işkence ve katliamlarla ile buna karşı direnişin tanığı olan Abdullah Çığlık, "Dayatılan teslimiyete karşı bedenler ile tarih yazıldı" dedi.
Türkiye'de gerçekleştirilen 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi'nin üzerinden 45 yıl geçerken, darbenin ağır izleri hale varlığını sürdürüyor. Darbenin en ağır sonuçlarından biri de Kürt sorunun barışçıl temelde çözülmesini engelleyerek, sorunu şiddet zemine çekti. Kürdistan'daki baskıların en ağırı Diyarbakır 5 No'lu Askeri Cezaevi'nde yaşandı. Yaşanan baskı, işkenceler aynı zamanda direnişe de beşiklik etti. 45 yıldır darbecilerin ürettiği politikayla 45 yıldır Kürt sorununu şiddet zemininde çözme politikasının değiştirilmesi tartışmaları devam ederken bu politikanın değiştirilip değiştirilmeyeceği belirsizliğini koruyor.
Darbecilerin Kürt sorununun şiddet zemininde çözme politikasının en yalın halde yaşandığı ve 30 kişinin işkencelerle katledildiği Diyarbakır 5 No'lu Cezaevi'nin tanığı Abdullah Çığlık, o dönemde yaşananları anlattı. Kendisi de işkencelerden geçirilen Çığlık, ağır işkenceler, teslimiyet dayatmaları, insanlık dışı uygulamalara karşı Kürt hareketinin direniş tarihini yazdığını belirterek, devletin inkar ve imhaya son vererek geçmişle yüzleşmesi gerektiğini söyledi.
Çığlık, 1980'nin Nisan'ın Dêrsim'den Bucak aşiretinin vahşet uygulamalarına karşı gençlikle birlikte mücadele etmek için Riha'ya gittiğini ifade ederek, orada tutuklandıktan 20 gün sonra doğrudan Diyarbakır Cezaevi'ne götürüldüklerini belirtti. Sorgulamanın sürdüğü 20 gün boyunca işkence gördüklerini anlatan Çığlık, Amed'deki kışla içindeki cezaevinde Filistin askısı, falaka ve tekerlekli sandalyeyle yapılan işkencelerle karşı karşıya kaldığını belirterek, mahkemeye çıkmadan önce özel doktorlar tarafından yaraları gizlemek amacıyla tedavi edildiklerini söyledi.
'MEHTER MARŞIYLA KOĞUŞLARA GİRDİLER'
Başlangıçta Diyarbakır 1 No'lu Cezaevi'nde kalan tutulduklarını, sonrasında 5 No'lu Cezaevi'ne sevk edildiğini söyleyen Çığlık, "Cezaevine girer girmez, komando askerleri bizi karşıladı. Esat Oktay o zaman daha yoktu. Biz içeri girer girmez, komandolar üzerimize saldırdılar. Baskı, zulüm ve işkence başladı. 'Bizim dediklerimiz olacak, burası bir okuldur. Bu okulda bizim dediklerimizin dışından hiçbir şey doğru olarak kabul edilmeyecek' diyerek, tehditte bulunuyorlardı. 12 Eylül'de darbe olduktan sonra gardiyanlar gece mehter marşıyla koridorları ve koğuş koridorlarını sardılar. Bizler bir şeyler olduğunu biliyorduk; ama bu kadar büyük bir şey olduğunu bilmiyorduk. Daha sonra kapıları açtılar ve rastgele meydan dayağı, bin bir çeşit işkence uyguladılar. 3 -4 ay sonra Esat Oktay Yıldıran Kıbrıs Rum kesiminde Diyarbakır'a özel olarak getirilmişti. Esat Oktay Yıldıran içeri girer girmez, 'Sizi buradan Türk olarak çıkaracağım' , 'Bir tek kelime istiyorum sizden, Türk'üm diyeceksiniz. Güzel yaşarsınız. Güzel çayınızı içersiniz' gibi şeyler söyledi. Bunların hepsi birer söylemden ibaretti. Sonra yavaş yavaş koğuşlara ulaşmaya başladı. Barbarlık başladı ve o barbarlık başladığı zaman artık ipin ucu kopmuştu" diye konuştu.
'BEDENLERİ İLE TARİH YAZDILAR'
Kendilerine daha önce eşi benzeri olmayan işkencelerin uygulandığını dile getiren Çığlık, "Yaşadığımız süreç, ne romanda, ne kitaplarda, ne direnme savaşlarında, Vietnam, ne Küba savaşlarında olmuştu. 'Ya teslim olursunuz ya da sizin buradan ölünüz çıkar' diyorlardı. Henüz 18 yaşındaydım. 2-3 ay geçti, bizler böyle bir şey görmemiş duymamıştık. Dünyada benzeri olan bir şey değildi. Orada marş ezberleme, yürüme 'Bunu ezberleyeceksiniz' diye 25 tane marş vermişlerdi. Bir süre şok içindeydik. Bir dönem eksiklik yapıldı. Değerlerin değeri Mazlum yoldaş, 21 Mart gecesi 3 kibrit çöpüyle bu uygulamaları protesto etmek için kendini feda etti. Daha sonra, Kemal Atatürk'ün portresini yapmak zorla verilen malzemelerle Dörtler kendilerini yaktı. Yani boya onun için iki koğuşa verilmişti. Onlar dayatılan teslimiyete karşı bedenleri ile tarih yazdılar. 'Teslimiyet ihanete, direniş zafere götürür' sloganının belirgin özelliği Dörtlerin gecesinde ortaya çıktı" ifadelerini kullandı.
Mehmet Hayri Durmuş, Akif Yılmaz, Ali Çiçek ve Kemal Pir'in 14 Temmuz Ölüm orucu direnişi ardından tutsakların güç ve cesaret aldığını dile getiren Çığlık, "4 tane arkadaşımız kaybettikten sonra eylemimize iştirak edenler çoğalmaya başladı. Çünkü güç ve cesaret almışlardı. O değerli insanları yitirdikten sonra benim yaşama hakkım kalmıyordu. Ben 40 senedir o acıyla yaşıyorum. Yaşatamadık. Onun için her 14 Temmuz'da özür diliyorum. Bizi affedin diyorum" diye belirtti.
'KİMLİĞİMİZDEN VAZGEÇMEDİK'
Tutsak olduğu süreçte kendisi ve diğer tutsaklara karşı Türkleştirme siyaseti yürütüldüğünü vurgulayan Çığlık, "Ben Kürt'üm. Kültürel anlamda benim değerlerim var. Benim kutsallarım var. Ben bu üyesi olduğum bu topluluğun dışına çıkarsam kendi öz yaşamıma hakaret etmiş olurum. 'Türk'üm deyin yeter' diyorlardı; ama Türklük, Türklükle kalmıyordu. Adres göstermek, operasyonlar, kalıyordu payınıza. Ama biz kimliğimizden, değerlerimizden vazgeçmedik. Uyanan direngen bir halk, direniş vardı. Amed direnişin ana kalesiydi. Ölümler, cenazeler, gözyaşları, ağıtlar yani vahşetin son noktaları bu halka uygulandı o süreçte" şeklinde konuştu.
'DEVLET HATALARIYLA YÜZLEŞMELİ'
Bugün gelinen süreçte verilen bedellerin büyük etkisi olduğunu vurgulayan Çığlık, şöyle devam etti: "40 yıllık bir inkardan sonra verilen mücadelenin sonunda bir aşamaya gelindi. Bir barış süreci başladı. Bu süreçte herkesin söylediği devletin yaptıklarıyla yüzleşmesi gerekiyor. Kürt Özgürlük Hareketi'nin almış olduğu kararlar yerinde ve doğru bir karardır. Bu kararın her daimi arkasındayım. En görkemli savaş bile barış kadar değerli değildir. Biz, barış sürecini başımızın tacı ederiz. Ancak devlet, bu noktada kendi hatalarını kabul etmeli yüzleşmeli. Diyarbakır Cezaevi'nde insanlar öldü. Bu hesaplaşmayı yapmadan önümüzdeki sürece adım atacak halimiz yok. Biz acılarımızı nereye koyuyoruz? Derseniz bana benim onlara verdiğim cevap şudur: Biz acılarımızı barışa kurban ediyoruz. Kolay mı olacak bizim için? Hayır. Zor tabi, kiminin annesi gitmiş, kiminin bebeği gitmiş, kiminin kardeşi gitmiş. Yani bu savaş sendromunun sonuca girmesi için devletin kendisini gözden geçirmesi gerekir ki toplumsal barışı hep beraber alkışlayalım."
Yüzyılı aşan inkar ve imha sürecinin ardından barışı konuşabilecek duruma geldiklerini barışı tesis etmenin bu yüzden kolay olmadığını ifade eden Çığlık, "Bizim paradigmamız kolay yok, olabilecek bir paradigma değildir. 50 yıllık mücadelenin sonucudur. Herkesin inanması gerekiyor" dedi.
MA / Şirvan Şilan Çil